28 Haziran 2009 Pazar

ÇiKOLATA RENKLi SANATÇI ÖLDÜ MÜ?


YILLARIN BİLANÇOSU
Bu aslında çok yıllar öncesine gittiğiniz ,o toy tecrübesiz halinizle dokunduğunuz,öpüşmeyi bilmeden öptüğünüz ilk gözağrısı sevdiğinizin yıllar sonra bir gün ölüm haberini almak gibi birşey. Yıllar geçmiş toyluğunuz üzerine artık çelikten bir kasa kaplamışsınızdır ama ,derinde o ilk deneyimlerin izleri yine de saklı kalır.O yüzden yıllar geçse de çocukluk arkadaşlarınızı, ilk sevdalarınızı ve ilk kayıplarınızı unutamazsınız.Sanırım Michael Jackson da benim jenerasyonum için ciddi bir kayıp oldu. Yazlıklarda akşam yemekten sonra ,sitelerin meydanlarında çocuklar toplaşıp sosyalleşmeye çalışırdı. İşte ilk heyecanların duyulduğu o yıllarda ,birbirine dondurma ısmarlamak,langırtta birbirini yenmek gibi flört numaraları vardı. İşte o dondurma aldığınız çay bahçesinde mutlaka onun parçasına denk gelirdiniz.Çay bahçesinde televizyonda (Kuruntu ailesi) oynardı.Ya da ailecek çıkılan akşam gezintilerinde , kuruyemişçinin ya da mısırcının küçük radyosunda onun bir parçası çalardı. O ailemizin çikolata renkli sanatçıydı.Ne kadın ne erkek,üçüncü nesil kabul edilir,uzaylı diye dalga geçilirdi. E.T'nin yanına en çok yakışan dünyalı oydu. O aslında biraz da Peter Pan'ımız, büyümeyen yanımızdı.Ölümüyle galiba ergenlik yıllarımın yakın bir tanığını kaybettim.

ZAMAN TÜNELİ
Eskiden karışık kaset doldurtma diye bir kavram vardı.1980 lerin ikinci yarısında kasetçi /plakçı denilen ve genelde pasajların dipte bir köşesinde dönemin rock ve blues plaklarının raflarda dizi dizi sıralandığı karanlık küçük dükkanlarda doldurulmuş kasetler satılırdı.Aslında kasetlerin içinde en fazla 2 şarkıyı bilirdik.Çoğunlukla ya bir reklam müziğinde duyduğumuz şarkıyı ya da İzzet Öz'ün (Teleskop) programında izlediklerimizi arardık. Chris de Burg'u bir kumaş-yün reklamı ile hayatımıza sokan Sinan Çetin reklamını unutmak ne mümkün.Mesela onu (The Traveller) ismiyle değil ;'' Aksu reklamındaki müzik ''diye aramıştık :)) İşte o günlere denk gelir çikolata renkli sanatçıyla tanışmam.Hatta dün gibi aklımda..

BILLY JEAN ,BEAT IT,THRILLER
1983 yılında bir okul pikniğini hatırlıyorum. Ailemin hediye ettiği Sanyo marka iri kahverengi kılıflı walk-man 'imde Billy Jean şarkısını dinlemiştim.Kaset yine doldurma yabancı parçalardan oluşuyordu.Sonra şarkı o kadar meşhur olmuştu ki ;benim nazarımda o kaset bir hayli kıymete binmişti.Sonra işi biraz derinleştirip Thriller albümünü edindik.Herkes Michael Jackson'u konuşur olmuştu.Ama düşünsenize (Wanna be starting something) (Beat it) (Billy Jean)(The Girl is Mine) hepsi aynı albümde.Çoğumuz ev partilerinde toplanır klipte izlediğimiz dansları yapmaya çalışırdık. Özellikle Thriller'da mezardan çıkan zombilerin el hareketlerini taklit etmek ayrı bir uzmanlık alanıydı. :)) Albüm 1984 yılında toplam 7 ödül alarak rekora imza atmıştı.Şimdi düşünüyorum da,bahsettiğim ihtilalin hemen sonrası yıllarda kendi küçük dünyalarımızda başka dünyalara sığındık.Çünkü biz daha 14 yaşında heyecan,umut ve hayalleri olan ama belirsizliğin hüküm sürdüğü bir dönemin suskun nesliydik.Belki o yüzden Beat It (Yen Onu) dedik. Neyi yeneceğimizi kestiremeden.

ÇİKOLATA RENKLİ SANATÇI
Çocuğunu kolejde okutan orta gelirli aileler iyi bilir. Kendileri zor şartlarda yetişen ebeveynler umut bağladıkları evlatlarının dil öğrenip kendilerini geçmeleri hayali ile ,yüklü okul taksitlerinin altında ezilirler.Bir taraftan da hayatta farklı pencerelerin varlığı aşılanan bu çocuklarla iletişimi kopartmamak gerekir. İşte o dönem aileler de yakından tanıdı Michael Jackson'u.Pazar kahvaltılarında ışıltılı kostümü,pullu eldiveni simli çorapları sohbet konusu olurdu.Özellikle de Sezen Cumhur Önal'ın (Müzik Yelpazesi) programındaki anonslarla ünü Türkiye coğrafyasına yayıldı.Artık 7 den 77 ye ev ahalisi onu tanıyordu.''Duygulu sesi,kıvrak dansları ile şimdi de karşınızda çikolata renki sanatçı Michael Jackson geliyor' :)) Bir de Pazarları Cenk Koray'ın programında taklitleri çok yapılırdı.Hiçbirini beğenmez, kimse onun gibi ay yürüyüşü yapamıyor diye gülüşürdük.

BAD ALBÜMÜ
Aradan birkaç yıl geçti.Onu Duran Duran,Madonna ile aldatmaya başladığımız yıllardı. Ve karşımıza bu kez Bad albümü ile çıktı.You know I am bad, I am bad,really really bad.Aynı albümden (Dirty Diana) klibini hatırlıyorum. Orada rüzgarla gömleğinin arkaya savrulduğu müthiş bir sahne vardır.Tüm bu klipler, önce Ömer Karacan'ın hazırladığı müzik programlarından Betamax videolarımıza kaydedilir,sonra defalarca başa alınıp izlenirdi.Onunla ilgili hemen herşey gazetelerde haber oluyordu. Tipini değiştirmeye başlamıştı. Beyazlaşmaya çalıştığını,oksijen kapsülünde yattığını konuşurduk aramızda.Sonra kocaman bir hayvanat bahçesi bulunan Neverland'e taşınmıştı..Artık kendi platonik aşklarımız gündemin ilk sıralarını teşkil etse de,onun posteri hep duvarlarımızın bir köşesinde asılı durdu. O baştan sona ergenliğimize tanıklık ediyordu.

BLACK AND WHITE
Sonra kendi yolumuza savrulduk. Michael Jackson ;küçük kardeşlerimizin apartman önlerinde ay yürüyüşü takliti yaptığı bir adam olarak anılmaya başladı. Ta ki karşımıza Dangerous albümüyle çıkana kadar. Televizyonculuğa biraz ilgisi olanlar Black and White klibinin sonunda değişen suratların ne büyük fırtınalar koparttığını iyi hatırlayacak. O hep bunu yapıyordu. Her dönem farklı,yeni ve her yönden alışılmadık yüzüyle karşımıza çıkıp ezberlerimizi bozuyordu. Michael Jackson eskimiyordu. Popülerliğin adı kim ne derse desin hep o oluyordu. Bu kez toplumsal sorunlara eğilen şarkılarla karşımıza çıkmıştı.Ancak ,doğrusu eskisi kadar ilgimi çekmiyordu. Biz büyüyorduk,o ise halen Neverland 'de kalıyordu.

THEY DON'T CARE ABOUT US
Onunla son flörtüm (They don't care about us )klibi döneminde oldu.Artık çalışma hayatına başlamış,biraz da ergenlikten mümkün olduğunca uzaklaşmaya kodlanarak,bunu çağrıştıran anıları da kutulara koyup üstlerini kapatmış gibiydim. Ta ki eski aile dostumuz Michael ,yine bambaşka,yine müthiş ritmlerle karşımıza çıkana değin. Üstüne üstelik aileye Elvis Presley'in kızını da gelin getirmişti. Dolayısıyla sayesinde yine ailede farklı nesiller ortak sohbet konularında kesişti,Pazar kahvaltılarımız şenlendi.
SONRAKİ KAYIP YILLAR
Sonraki yıllarda hayatımdan tamamen çıktı. . Hele çocuk tacizi olayı ile gündeme geldiğinde ,onu artık ilgimi tamamen yitirdiğimi söylemeliyim. Büyümek istemeyen bir Peter Pan olarak kalması kabul edilebilirdi ama Peter Pan kılığında bir sapıksa eğer,hayatımızda yeri olamamalıydı artık. İşte bunca yaşanmışlığa rağmen,onu iteleyip ,mümkünse en uzak köşelerdeki anıların arasına yerleştirdik.Üzerine de çelik bir kapı örttük. Yaşamasına rağmen aslında anılarımızda çoktan gömmüştük onu.Ta ki geçen hafta ölüm haberini alana kadar. İşte o zaman gerçeklerle yüzleştik.Uzun süredir cildinde vitiligo,lupus ve kanser tedavisi gördüğünü,borç batağında yüzdüğünü ve eğer başarmış olsa bir ay içinde Londrada yeniden sahneye çıkmayı planladığını öğrendik. Garip bir hüzünle Peter Panı yeniden hatırladık.Zaten o hiç buralara ait olmamıştı .Belki de artık Neverland'ine ulaşmıştır.

16 Haziran 2009 Salı

LUKSEMBURG









Lüksemburg'a gideceğimizi 2 gün önce haftasonu öğrendik. Dışişleri bakanı bir çalışma yemeğine katılacaktı. Yer bulma tren bileti almak gibi tüm işlemleri Pazartesi öğlene kadar halledip yola çıktık. Peki sonuç ne oldu? Basına kapalı çıktı !! Ve bunu biz yola çıktıktan sonra haber verdiler.En acıklısı da gece tren olmadığı için otele 1 gecelik paraları da vermiş olduk!! Tam otele geri dönmüştük ki ajans muhabiri aradı. Meğer onlar arabayla dönüyorlarmış. Zaten biran evvel dönmek isteyen kameraman onlarla döndü,ben ise madem otel parasını da verdim diyerek gece kaldım. Ve ertesi sabah trenle döndüm. Bu sayede sabah erkenden kalkıp 3 saat boyunca ne kadar görebilirsem Lüksemburg'u görmeye çalıştım. Lüksemburg dünyada bagimsiz olarak varligini surduren ve Dükalık sistemiyle yönetilen tek devlet.Ayrıca kişi başına düşen milli gelirle de dünyada ilk sırada yer alıyor. (2008 tahmini tam 117 bin 231 dolar $ ) Nüfusu ise sadece 455 bin kişi.



Otel hemen tren garının karşısındaydı.Fazla eşyaları emanate bırakıp şehir merkezinde hemen(hop in hop out ) otobüsleri buldum.Kısa süreli gezinin en akıllıca yolu buydu!. Malum Anvers'ten tecrübe kazanmıştık.Efendim yaklaşık yarım saat boyunca Lüksemburg'un hem tarihi şehrini ,hem de günümüzün finans merkezi olan modern binalarını gördüm. Gökdelenler gözünüzün önüne gelmesin.En fazla 5 -6 katlı enine uzun binalar. Terbiyeli zenginlik duruşu burada da hüküm sürüyor anlayacağınız.Modern taraf hiç ama hiç ilgimi çekmedi. Ayrıca çoğu cam ve çelik konstrüksiyon binaların önünde dakikalarca durup mimarlarını öğrenmek de cazip gelmedi. Çünkü ruhsuz , soğuk , legodan yapılmışa benzer binalardı. Aslında dünyanın en zengin yatırım bankaları bölgesinde dolaşıyordum ama sonuçta bina işte ! Bu sırada ilgimi çeken çevreye serpiştirilen tek tük heykeller oldu. Bulundukları ortamdan tamamen kopuk ,alakasız görünen,çoğu soyut bu sanat eserlerine de belli ki ayrı önem veriyorlar.Ancak penceresiz ,enerjiden yoksun ,bu finans merkezlerinin önüne sanki tesadüfen atılmış gibi olmuşlar.Aksine benim gözüme battılar.Neyse bu sayede Lüksemburg'un eskiden tarla olan ama giderek gelişen modernleşen arazilerini görmüş olduk. Bölgenin adı Kirchberg Plateau.Ama benim gönlüm eski tarafta kaldı. Yarım saatlik tur bitince inmedim ve daha önce gözüme kestirdiğim durağa tekrar gittim.Bu durak beni yeraltı mahzenlerine götürecekti :))


Şöyle anlatayım.Klastrofobisi olanların kesinlikle uzak durması gereken bir alan!! İspanya işgali altındayken inşaa edilen, Kazamat denen bu alan ,şehrin savunmasında kullanılacak silahların ve askerlerin barınması için ayrılmış. Dehlizlerde önce Alzette ve Petrusse nehirlerine bakan dökme topları görüyorsunuz. Sonra, daracık merdivenlerden 39 metre aşağıya iniyorsunuz .Ölçtüm, merdivenlerin kimi yerde boyu üç buçuk , eni bir buçuk karıştı o kadar..


Döne döne aşağıya iniyorsunuz. Aman nasıl gizemli , aman nasıl heyecanlı. :)) Bayıldım. Sanki yüzyıllar önce bir kulede hapsolmuş ,yolunu bulmaya çalışan bir keşişin ruhu içinize siniyor!! Aynı zamanda ,ya yolu bulamazsam ,diye endişeye kapılıp bu kez ,labirentte sıkışmış bir fare gibi de hissedebiliyorsunuz kendinizi.. İnsan beyni işte ,ne düşüneceği belli olmuyor !! Çocukken fazla Gizli Yediler,Afacan Beşler okuyunca böyle oluyor.:))
(haha)


Yeryüzüne çıkınca ,eski şehrin taş sokaklarında dolaştım bir süre. Lüksemburg'un bir vadide yükseliyor.
Bu nedenle kaleler,kuleler vadinin tepesinde olsa da, bazı yerleşim yerleri kıvrıla kıvrıla inen yemyeşil vadinin alt tarafında yer alıyor. Nehre bakıyorlar. Bu nedenle görünenden fazlasını içinde tutan,ketum,çekingen bir hali var Lüksemburg'un. Eski şehir öylesine tenha ve dingin ki..Sanki bir üniversite kampüsünde gezermiş gibi geziyor insan sokaklarını.Tarihi ama steril bir atmosfer.Krem ya da pastel renge boyalı binaların çoğu üç yüzyıllık.Ben vadiye kıvrılarak inen merdivenleri sevdim.Aklıma Robin Hood filmleri geldi. Birden karşınıza ,ok keseleri sırtında ,deri çizmeleri ,pırtık bermuda pantalonlarıyla birkaç asker çıkacak sanki.Oysa vadiye bakan köşelerde daha çok dingin manzarayı seyreden yaşlı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Eski şehirdeki büyük katedrale de uğradım. İsmi Notre Dame Katedrali. Neyse katedrale baktıktan sonra , önüme çıkan birkaç kitapçıya da girdim..Hatta birinde eski İstanbul gravürleri satılıyordu. Keyifle inceledim.
Lüksemburg 'daki meşhur mağazaların bulunduğu caddeyi bir gece önce görmüştüm. Malum akşam Dışişleri bakanını beklerken,hızlıca birşeyler atıştırmak için Place D'Armes meydanına gelmiştim. Meydanda çok az insan olmasına rağmen kent orkestrası çalıyordu. Küçük yuvarlak bir alan ve yanyana restaurantlar var. Onu çevreleyen yollarda ise bildiğimiz markaların dükkanları sıralanıyordu.Daha çok Ankara 'yı hatırlattı bana.Özetle bir gece önce gördüğüm için,dükkan tarafına sabah hiç bakmadım. Artık gitme vakti gelmişti.Tren saatini kaçırmamam gerekiyordu. Son kez ,Alfonse köprüsünden geçtim. Oradan Avenue de Liberte üzerinden Gar meydanına ulaştım.Hızlı adımlarla önce otele gidip emanetten eşyalarımı aldım ,sonra da karşıya geçip trenle gerisin geri Brüksel'e döndüm.
Not: Yola çıkarken ,hiç fırsatım olmayacağını düşünerek,yanıma fotoğraf makinamı almamıştım. Resimler internetten efendim.










UNUTMADAN PAYLASAYIM..

THE ANTI-SHOE
Seyahatlerin en sevdiğim yönü ,yeni ve bilmediğim şeyleri göstermesi.Biraz da keşfetmenin heyecanı.Eğer geriye dönüp de hatırlamak istiyorsanız,bir kenara not almakta fayda var. Bu nedenle unutmadan Cenevre'den kalan 3 küçük notu günlüğe eklemek istedim. İlki yukarı gördüğünüz ayakkabılar. Tesadüfen dar bir yokuştan aşağıya doğru inerken soldaki vitrin dikkatimi çekti. farklı tabana sahip bu ayakkabılar neyin nesi diye bir bakayım dedim. Bir de 35 numarası olmasın mı? Hemen üzerine atladım. Bu ayakkabılar bir garip arkadaşlar. Zaten adı üzerinde, anti-shoe. Taban sistemi farklı,bu nedenle dengede kalmak için dik durmanız,yani omurgayı dikleştirmeniz gerekiyor.Tabana basarak yürümeniz gerekiyor. Bu sayede ayakkabılar kaslarınızı çalıştırıyor,doğal bir kondisyon sağlıyor,ve dik durduğunuz için daha iyi oksijen alıyorsunuz. Faydaları saymakla bitmiyor da, haydi dur üzerinde durabilirsen !! Hacıyatmaz gibi hissediyor insan kendini !! Zaten ilk birkaç gün yürümek için 1 saat öneriyorlar. Yoksa bacaklarınızın ağrısından yürüyemezsiniz dediler.Ben ayağıma göre olanı da buldum. Niye almadın diyeceksiniz? Yürümeye başladım. Kadın dedi ki,siz tabanlarınıza basarak yürümüyorsunuz. Baktım doğru söylüyor. Harekete tabandan başlamak gerekiyor ki işe yarasın. Oysa ben tabana az ağırlık veriyorum.Bir ayakkabı ile ,alıştığım yürüyüş yapımı değiştirebilir miydim? Fiyatı da pahalı. 250 avro.Alıp da üç gün sonra olmadı desem içim acıyacak. Bıraktım. Ama aklım kalmadı değil.

DÜNYANIN EN PAHALI PARFUMU-CLIVE CHRISTIAN






Gelelim ikinci keşfime. Ben keşfetmişim ne olacak ,zaten 10 yıldır bilen biliyordur. Yukarıda gördüğünüz (Dünyanın En Pahalı Parfümü) arkadaşlar. Ben demiyorum. Zaten kendisi kutunun üzerinde söylüyor. Markası Clive Christian. Bu coğrafyada butik parfümcüler pek moda. Gözüm onlarda ama içeri girsem ,neye bakacağım onu bilmiyorum,yanıma gelseler ne diyeceğim diye erteliyordum.Kısmet Cenevre'yeymiş. İçeri girip kokulara bakmak istediğimi söyledim. Satıcı kadın da ne tür kokuları sevdiğimi sordu. Son kullandığım Gucci Flora marka parfümü çıkardım,bir kağıda sıktı. Dükkandaki 3 kadın vardı,hepsi kokladılar. Ben de merakla onlara bakıyorum. Sonra bana 3 ayrı koku önerdiler. Biri dışında pek içime sinmedi ama bu sırada gözüm arkada duran şişelere ilişti. Meğer bu bölümde dünyanın en pahalı parfümü satılıyormuş. Fiyatları 400 avrodan başlıyor ve binlerce avroya doğru yükseliyordu. Tabi bu kez bir merak beni sardı. Niye bu kadar pahalı? Özelliği ne?Alıcı oluyor mu? Kadını meraklı sorularımla bunalttım.:)) Özetle,bunlar çok meşhur bir tasarımcının ismini verdiği parfümler. Çok çok özel karışımlardan elde edildikleri için hem çok pahalı ,hem de çok kalıcılar. Mesela içinde,senede sadece 3 hafta açan bir çiçeğin yapraklarının kristalize edilmiş hali bulunuyormuş. Sonra bunca ilgilendiğimi görünce,(X) isimli parfümden bir kağıda sıkarak bana uzattı.Kağıdı çantamın minik cebine koydum, inanın günlerce kokusu gitmedi.:))
KOLUMU ÇİMDİKLEYEN KADIN
Seyahatlerin bir diğer önemli yanı da ,size kalanlar.Cenevre'den ayrılmadan kalan son saatimde otelin yanındaki alışveriş merkezine girdim. En üst katında kırtasiye kitap bölümünde dolanırken ,bir köşede açımı beceremedim. Fotoğraf makinam yandaki kadına hafif çarptı. Ancak ben de o anda köşeyi dönmüş oldum. Çok hafif ve istemsiz olduğu için de,tekrar dönüp kusura bakmayın da demedim.Meğer ne yanlış yapmışım!!İşte tam o anda o kişinin arkamdan bağırarak ,bana doğru geldiğini ve beni ittiğini gördüm. Ne olduğumu anlamaya çalışırken, karşımda kızgın suratlı ,orta yaşlı ama zihinsel özürlü olduğu belli olan kadınla yüzyüze geldim. Ne oluyor diye şaşkın baktığım için, daha da kızdı, ve bu kez hırıltılı garip bir ses çıkartarak kolumu çimdikleyiverdi !! Şok içindeyim!! Kalakaldım..Bir yandan da ne diyeceksin ??Aslında o bana kendince cezasını veriyordu.İstemeden olmuştu ama ,sen misin çarpıp giden,al bakalım deyip beni çimdiklemişti işte..Gayet adildi :)) Bana susmaktan başka ne düşebilirdi. Yanımdan hızla uzaklaştı.Ama beklemiyordum, inanın ödüm koptu.Allahın sopası yok :))

14 Haziran 2009 Pazar

CENEVRE

Bu hafta başında Avrupa Parlamentosu seçimlerinin hemen ardından bizi Cenevre'ye gönderdiler.Uluslararası çalışma Örgütü (ILO) konferansı vardı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanı katılıyordu.Hatırlayacaksınız bir önceki ziyaret Başbakanın peşinden ve( Bardaksız otel)de gerçekleşmişti. Bu kez ilk müracaatım oraya oldu ama maalesef yer yoktu. Sadece orası değil,nereye baksam yer yoktu. Konferansta 183 ülkeden 4 bin katılımcı yer alınca ,elde kalan oteller 250 avrodan başlıyordu. Ne yapmalı ,ne etmeli diye düşünürken (Bardaksız otel)e tekrar danışmak aklıma geldi. Durumu anlatıp başka bir yer önermelerini rica ettim. Onlar da Otel Rhodania diye bir yeri önerdiler. Telefonda karşıma çıkan yaşlı kadın ,ne kredi kartı numarası ne soyadı istedi,sadece ismimi not ederek rezervasyon yaptı. İki kez kontrol ettim,yerleri ayırmıştı.Özetle yine nereye gittiğimizi bilmeden yine yola çıktık.Ancak bu kez üç kişi olarak. Kameramanın eşi de geldi.Boş vakitlerimde şehri görmek istediğimden ,onları iş dışında çok az gördüm desem doğru olur.

CENEVRE SOKAKLARI

Bu kez tedbirli gidiyordum. Arkadaşım Nazan geçtiğimiz yıllarda Cenevre'de de yöneticilik yaptığı için şehri tanıyor.Ondan kısa sürede görebileceğim mekanların ve restaurantların isimlerini aldım. Toplantılardan arta kalan zamanlarda kendimi Cenevre sokaklarına attım. Ayaklarım şişene kadar gezdim dolaştım. Malum hava artık 21.00 de karardığı için dış mekanlarda dolaşmak sorun olmadı.Cenevre küçük ve dingin bir kent. Küçük ama özenli. Ne cafcaflı ,ne de soluk. Herşey kıvamında bir görüntüsü var.Terbiyeli bir şıklık içinde diyelim.Zaten öğrendiğim kadarıyla İsviçreliler ,yabancılara iç dünyaları kapalı ,sahip oldukları servetin gösterişini yapmaktan hoşlanmayan insanlarmış.Hatta süper lüks arabalarını da Fransa'ya götürüp sürüyorlarmış.Sokakta hemen hissedilen şey insanların bakımı.Genci yaşlısı temiz ve bakımlı insanlar.Gösterişli ,cafcaflı demiyorum ama belli bir kalite hissediliyor. Hoşuma gitti.

ESKİ ŞEHİR

Bulunduğumuz otel şehrin tam merkezinde bulunduğu için Mont Blanc köprüsünden karşıya geçince kentin en şık caddesine çıkıyorsunuz. Ardı ardına en bilindik,en meşhur markaların sıralandığı sokakta ayrıca alışveriş merkezleri var. Birbirine paralel iki caddeyi geçip yukarı devam ederseniz merdivenler sizi eski şehire çıkartıyor. Dar sokaklar,üçyüz yıllık taş binalar ve minik kafeler sizi karşılıyor.Eski şehirde bir çeşmenin etrafına sıralı kafeler var. Ama asıl keşif köşe bucak bu sokaklarda. Biraz Asmalımesciti,biraz Çukurcumayı andırıyor diyelim.Bir akşam özellikle gidip soğuk bir kadeh beyaz şarap içtim,keyfini çıkardım.

LE RELAIS DE L'ENTRECOTE

Dedim ya bu sefer hazırlıklı gittim diye.İşlerin ve insanların bunalttığı bir akşam kendime güzel bir yemek ziyafeti çektim.Nazan'dan öğrendiğim adresi bulmam zor olmadı. Antrekot isimli bu restorantta sadece antrekot ve salata var.Ve kapısında upuzun bir kuyruk. Nazan, üşenmeden beklememi söylüyordu. Nitekim sıra çabuk geldi.Garson kız beni yerleştirdikten sonra sadece ne içmek istediğimi ve etin nasıl pişirilmesini istediğimi sordu. Devamı kendiliğinden geldi. Önce cevizli bir marul salatası ardından antrekot ve yanında silme patates getiriyorlar. Etler hafif hardallı bir sosla servis yapılıyor. Gerçekten lezzetli. Tam biraz daha olsaydı derken,ikinci fasıl geliyor. Üzerine de enfes tatlılardan birini seçiyorsunuz. Gerçekten çok keyif aldım. Fiyata gelince ucuz değil. Ortamı görmek ve deneyimlemek adına değer diye düşünüyorum.

LA PERLE DU LAC

Konferans ve bakanın temasları nedeniyle 4 gün kaldık. İlk üç gün haber peşinde koşturma ve görüntüleri geçme telaşı ile geçti.Bakanın aslında son gün de programı vardı ama özel program olduğunu söyleyerek, gelmemizi istemedi.Bu sayede etrafı en fazla görme şansını son gün elde ettim.Önce geçen Cenevre işinden tanıştığım NTV muhabiri Çiğdem ile buluştuk. Çiğdem CNBC-E de uzun yıllar program yaptıktan sonra eş durumundan Cenevre'ye taşınmış bir ekonomist. Kafa dengi bir insan. Geleceğimi haber vermiştim.Önce elçinin rezidansındaki resepsiyonda karşılaştık. Sonra da son gün beraber kahve içtik.Sohbet ettik. Daha sonra kendimi Cenevre'nin park ve bahçelerini gezmeye verdim.La Perle du Lac,Birleşmiş milletler binasının olduğu bölgede güzel geniş bir park. İnsanlar yine sereserpe çimlerin üzerinde güneşin tadını çıkartıyor ,ya da göl kenarında yürüyüş yapıyordu. Ben de yürüdüm,arındım,kuş seslerini dinledim. Ruhumu dinlendirdim,çok iyi geldi.Akşam saatlerinde de tekrar Brüksel'e döndük.

GENVAL


Brüksel'de gördüğüm yeni yerleri unutmadan not etmekte fayda var. Genval ,şehir dışında, yaklaşık yarım saat mesafede göl kenarında bir yer.Brüksellilerin sevdiği mekanlardan biriymiş.


Göl kenarında Belle Epoque döneminden kalan güzel evler ve çeşitli restaurantlar var. Güzel bir Çin lokantası olduğu için gittik ayrıca bir İtalyan restaurantı da gördüm.


Huzurlu,dingin,güzel bir yere benziyor.Hoş bu memlekette hareketli,kalabalık,cıvıl cıvıl bir yer cümlesini kurmak da zaten pek de kolay görünmüyor..


Resimde gördüğünüz kale gibi yer ise ,beş yıldızlı bir otel. İsmi Château du lac (Gölün şatosu )Gittiğimizde bir düğün yemeği vardı. Davetlilerin giydikleri rüküş kıyafetleri görmeliydiniz.. Tekstil cenneti memleketten gelince insanın gözüne batıyor valla,ne yapayım ..

TERVUREN PARKI

Bu Belçikalılar Pazar günü nereye gidiyor.Hiç mi insan sokağa çıkmaz diye düşünürken sonunda adres belli oldu. Parka gidiyorlar arkadaşlar. Tabi buradaki park kavramı bizdekilerden bir hayli farklı. Burada uçsuz bucaksız hissi veren parklar var. Şehrin hem içinde hem de dışında. Bu kez tanıdıklarımla şehir dışında olanını gördüm. İsmi Tervuren parkı. Hani size Tervuren Caddesi ve Afrika Müzesine ulaşan rotasından bahsetmiştim. İşte bu kez müzeyi ters köşeden gördüm.Yani park Afrika müzesinin ön kısmından başlıyor.Arabayla gittik. Bisiklete binenler,yürüyüş yapanlar,onlarca yüzlerce insan geniş arazide dolanıyor,güneşleniyor.Buradaki yeni arkadaşlarımdan Nazan ve Halide ,yıllardır uluslararası Amerikan firmalarında üst düzey yönetici olarak çalışan iki başarılı iş kadını. Her ikisi de bu ay Türkiye'ye kesin dönüş yapıyorlar. Bir anlamda gitmeden önce onlarla güzel vakit geçirme günü oldu.Ayrıca bu gezintiyle ,bendeki bisiklet alma fikri de giderek hız kazandı. Yıllardır binmediğim için düşerim diye korkuyorum ama bu geniş parkta düşe kalka kavrarım gibi geliyor. Dur bakalım alıcam sanki..

6 Haziran 2009 Cumartesi

SPA

Belçika'da sevindiğim nadir konulardan biri ,beklemediğim zamanlarda karşıma çıkan dini bayramlar.Bu sayede Pazartesi ya da Cuma'dan tatil yapıp ismine (Uzun haftasonu) diyorlar. Arjantin'de de vardı. Orada vakit benim için aktığından ,konuyu bu derece önemsememiştim. Burada ise bana kalan her fırsatı değerlendirip ,uzaklara gittim.Biraz seyahat ettim. Nereye mi ? Spa 'ya..

SPA'YA YOLCULUK

Spa ismiyle Brüksel'de ilk olarak pet şişe sularda karşılaştım. Buradaki çeşitli markalar içinde bizim damak tadımıza en uygun marka bu. 6 lı pet şişelerde hemen hemen her hafta yüklenip taşıdığım suyun kaynağı da meğer Spa denilen yerde imiş. Yani şu meşhur spa tatillerinin orjinal mekanı burası arkadaşlar.Yüzyıllardır şifalı suları ile insanların derdine derman olmuş.İçinde termal tesislerin olduğunu da okuyunca, trene atlayıp gittim.Spa'ya Verviers üzerinden gidiliyor. 1 saat 20 dakika yol gidip sonra Verviers de 20 dakikalık başka bir trene biniyorsunuz

TERMAL TESİSLER

Tren istasyonundan yaklaşık 5 dakikalık bir yürüyüş sizi kasabanın merkezine getiriyor.Tam karşıda teleferikler sizi tepeye termal tesislere taşıyor.Yine kılavuz kitabımın rehberliğinde elimle koymuş gibi buldum.Termal tesislerde 2 seçenek var,ya 3 saat kalıp 17 avro ya da tüm gün için 27 avro veriyorsunuz. Tesisin içinde gayet şık ,merkezi Paris'te olan,bir güzellik ve masaj merkezi var. Meğer günler öncesinden randevu almak gerekiyormuş. Ben ise tüm şirinliğimle uzun yoldan geldiğimi , durumu bilmediğimi söyledim.İşe yaradı !! Sırt masajı için yer buldular!! Aslında biraz pahalıydı. 40 avroymuş. Özetle önce sırt masajı sonra da 3 saat havuz fişimi alıp içeri girdim.

MASAJ VE TERAPİ ZAMANI

Burada size bir jeton veriyorlar. Jeton eşyalarınızı koyacağınız güvenli dolapların kapağına monte oluyor.Kilitlediğinizde ,ortasında plastik jetonu taşıyan plastikten bir bileziğe sahip oluyorsunuz. Ve tüm gün boyunca bu plastik bileziğiniz size her kapıyı açıyor.Eşyalarımı kilitledikten sonra sırt masajı seansıma yetiştim. Zaten sorunlu olan sırt bölgem için harika oldu. Arada sırada insanın kendine böyle hediyeler vermesi şart arkadaşlar.Neyse yarım saat süren masajın ardından başladım dolaşmaya. Bu güzellik merkezini saymazsak,termal tesiste havuzların dışında hamam ve sauna bölümleri var.Fakat tam tatamatıyla ,yani ılık ve soğuk su havuzları da var. Bir de bu memlekette ,sauna ortamında ,insanlar pek mayo kullanmıyorlar. İnsanları her an çıplak görebiliyorsunuz.Yaşlı başlı kadın erkek farketmeden saunadan karşınıza çıkıveriyorlar. Kimsenin kimseyle ilgilenmediğini söylemeliyim.Biz alışmamışız,önce bir şaşkınlık oluyor tabi.Neyse gelelim etrafı gezerken bulduğum yeni keşfime..

WOODLIGHT VE MUTLULUK VEREN NEGATİF İYONLAR

Sauna bölümünün hemen dışında bir oda dikkatimi çekti. Üzerinde Woodlight ile Rahatlama Odası yazıyordu.Kapıyı açtığımda, burnuma çok çok hafif dinlendirici bir koku,çok hafif çalan su damlaması sesi gibi bir melodi ve kapkaranlık bir oda çıktı. Duvarları tamamen siyah olan odanın tepesinde mor renkli florasan lambalar vardı. Ve mor ışık ,hani bazı diskolardaki gibi ,sadece üzerinizdeki beyaz tonları algıladığı için ,sadece insanların üzerindeki beyaz havlular parlıyordu. İçeridekiler tahta şezlonglarda öylece uzanmıştı. Ben de sessizce içeri süzülüp öyle yaptım. Fakat bir süre sonra kendimi tarif edemeyeceğim kadar rahatlamış ve huzurlu hissettim. Meğer bu oda ,sauna sonrası yapılan bir dinlenme seansıymış. Ve (woodlight)denilen bu ışıktan odaya negatif iyon veriliyormuş. Negatif iyon ağaçların,rüzgarın ,dalgaların taşıdığı ,ürettiği bir akım. Havayı temizliyor , astıma ,başağrısına, yorgunluğa iyi geliyor.Her an hayatımızda olan televizyon , bilgisayar ekranları bu negatif iyonları emdiği için kendimizi gergin ,yorgun,sinirli hissediyoruz. İnanın ne olduğunu bilmeden kaldığım 20 dakika boyunca negatif iyonların faydasını ruhumda birebir hissettim. Hatta bulsam da eve portatif bir oda kursam bile dedim ! (ne kolaycıyız değil mi? çık dağlara bayırlara nefes al değil mi? yok..kolayı nerede ise,biz orada.. haha)

TERMAL HAVUZLAR

Sonra kendimi termal havuzlara bıraktım. Aslında buraya gelirken korkum fazla kalabalık olması ve ortamdan rahatsızlık duymamdı. Ben öyle termal havuz tipi de değilimdir. Yalova termal tesislerine de hayatımda bir kez gidip ,onda da otel odasının küvetini kullanmıştık. Özetle, suya atlayan çocuklardan,bağırıp çağıran insan kalabalıklarından çekindim. Oysa başka bir memlekette olduğumu unutmuşum. Herkes kendi halinde ,kimsenin kimseyle ilgisi olmayan sakin ,dingin, harika bir gün geçirdim. Su terapisi bana çok iyi geldi. Dışarıdaki havuza gitmek için,-saçlarım ıslak ,acaba üşürmüyüm ? diye korktum ama ,meğer dış havuzun suyu daha da sıcakmış.Bayıldım.

INFRARED (ENFRARÜJ) IŞIKLARI

Efendim tam gidecektim ki,bu sefer turuncu florasan ışıkların altında yatan insanlar gözüme çarptı. Yanyana sıralı şezlonglar ve tam tepelerinde lambalar düşünün.Düğmeye basıp florasanı yakıp altına yatıyorsunuz. Ben de öyle yaptım. Bunlar infared(enfrarüj) yani kızıl ötesi ışınlarıymış.Enfrarüj ışınları güneşin doğuşu ve batışı sırasında net olarak görülebilen ışıklardan. İnfraredin (enfrarüjün) tedavi amaçlı olarak kullanımı M.Ö. 300'lü yıllara dayanıyor.Toksinlerin atılmasında faydalı ,ciddi olmayan iltihapların tedavisinde etkili ,sünizit ve selülite de iyi geliyor. Burada ilginç olan, bu coğrafyadaki insanların herşeyi en faydacı şekilde kullanma çabaları. Bu arada ben de hiçbirinden eksik kalmıyorum farkındaysanız.:)) Neyse enfrarüj seansımdan sonra termal tesislere veda ettim.

SPA

SPA kelimesinin kaynağı hakkında rivayet muhtelif. Kelime Latince (Sanitas per aqua) ya da ( Salus Per Aquam) yani Sudan Gelen Sağlık anlamına geliyor .Spa Avrupa'nın en eski şifa merkeziymiş.Zamanla tüm kaplıcaları tanımlayan bir kelime haline geldiğini iddia edenler var.16.yüzyılda yörede bir termal tesis kurulmuş.18. yüzyılda ise burası tüm Avrupa aristokrasisi ve entellektüelleri için uğrak yeri olmuş.Rus çarı 2. Joseph'ten Viktor Hugo'ya kadar pek çok ziyaretçisi olmuş.19. yüzyılda eski şöhretini yitirmiş,ta ki mevcut termal tesisler açılana kadar.

FORMULA 1-GRAND PRIX

Spa son yılllarda Formula 1 tutkunlarının da uğrak yeri . Eylül ayının ortasında Grand Prix yarışları burada yapılıyormuş.Parkura gidip görmek gibi bir merakım olmadı tahmin edersiniz.

DUNYADAKİ ILK CASINO

Spa aynı zamanda dünyadaki ilk casinonun açıldığı yermiş !! Aslında içeri girip bakmak vardı ama termal havuz sonrası bu derece pozitif enerji yüklenmişken ,bir anda yokolup gitmesini istemedim. Oldum olası casinolar bana havasında insan egosu solunan gergin mekanlar hissini verir.Neyse, bendeniz ise, minik gezi trenine binip etrafı gezmeyi tercih ettim. Valonya bölgesindeki bu kasaba etrafında, hem geçmişten kalan varlıklı köşkler ,hem de günümüzde insanların haftasonunu geçirdikleri tatil evleri bulunuyor. Yeşil güzel bir bölge.Kırk dakikalık minik turun ardından dönüş vakti geldi Bu şifalı kasabaya veda edip, kent yaşantıma geri döndüm.