15 Mart 2009 Pazar

BIR MASAL KENTI-BRUGGE

Tam 8 ay sonra sırt çantamı ve fotoğraf makinamı alıp evden çıktım.Yoculuğa başlamak benim için kış uykusundan uyanmak gibi birşey.Her adımda uzaklaşmak hissi.Trene atladığım gibi yola koyuldum.Görülmesi gerekenler listesinde tartismasiz ilk sırada yer alan Ortacağdan kalma masal kenti Bruges'a gittim.Fotograf cektim.Gelin beraber gezelim..

BORSA'NIN DOĞDUĞU KENT

Brüksel'e trenle bir saat mesafedeki bu şehir onüçüncü yüzyılda Avrupa'nın en önemli tekstil merkezlerinden biri.Öyle ki sosyal yaşamı ve zenginliği ile dönemin Fransız kraliçesini bile hayretlere düşürmüş.Kent Flaman milliyetçilik tohumlarının atıldığı yerlerin başında geliyor. 1302 de çıkan ayaklanmada Flamanca (shild en vriend)(deneyin;bir hayli aksan gerektiriyor) kelimelerini telaffuz edemeyenleri kılıçtan geçirmişler. Fransız -Flaman çekişmesi bir yana, kentin ticari önemi giderek artmış.13.yüzyılda tüccarlar Van den Burse isimli adamın evinde toplanırlarmış.Bu toplantılar 1309 da resmileşince,Bruges,dünyada borsanın ilk tohumlarının atıldığı yer olmuş. 15.yüzyılda Burgonyalı İyi Philip (kralın ismi bu)burayı başkent yapınca, tüccarların, bankerlerin ve sanatçıların ilgi merkezi haline gelmiş.Mesela Michelangelo'nun hayatı boyunca İtalya'dan dışarı gönderilmiş tek eseri olan Madonna ve Çocuk heykelini bu kentte görmek mümkün.Ne yazık ki bu zenginlik fazla sürmemiş. Bruges'u denize bağlayan kanal alivyonlarla tıkanmış. Bir başka kanal açılmaya uğraşıldıysa da ticari yaşam bir daha canlanmamış ve tüccarlar zamanla başka şehirlere kaymış .Ve kent bomboş sokakları ve kanalları ile kendi haline bırakılarak terkedilmiş. Hem de 400 yıl boyunca!! Burayı yeniden keşfedenler ise 19.yüzyıldaki gezgin turistler olmuş. Sanatçıların da ilgisiyle kent güzellik uykusundan uyanmış ve 1907 yılında Zeebrugge 'den açılan bir kanalla denize bağlanmış. Zeebrugge limanı ,dünya savaşlarında büyük hasar görse de,Bruges şans eseri her iki dünya savaşından da yara almadan çıkmış. Ve bir peri masalı olarak Ortaçağ'dan günümüze kalmış..

KANAL KENTİ

Tahmin edeceğiniz gibi Bruges'da ilk işim bir kanal turu yapmak oldu.Öncelikle söyleyeyim, romatizmanız varsa,Bruges'a yerleşmek ilk tercihiniz olmasın.Hani bahçe musluğuna bir çivi battığında görünmez bir fıskiye ile sürekli ıslanırsınız ya,Bruge öyle bir yer..Oldukça nemli ve soğuk kemiklerinize işliyor.Ancak şaşkın gözler ve hayranlık nidalarıyla bir zaman tünelinde gittiğiniz için fazla önemsemiyorsunuz.Tek kelimeyle büyüleyici.Tarihi kentin en önemli müzesi bir sergi hazırlığı nedeniyle kapalıydı. Ben de daha çok dış mekanlarda dolaştım.Zaten bir açık hava müzesi gibi.Yürümek en güzeli ama başka alternatifler de var.Mesela faytonlar.Bu tarihi dekorda kendinizi kont ya da kontes sanmanız işten bile değil.Yanımdan geçerlerken gördüm , bacaklarınıza battaniye de veriyorlar.Ya da seviyorsanız ,bisikletle dolaşabilirsiniz.Ben ise daha çok yer görmek için 1 saat süren şehir turu minübüsüne bindim.Bu memlekette herşey saat 17.00 itibariyle kapandığı için pekçok tarihi yapının içini de maalesef gezemedim,bir hayli hayıflandım.Detayları inceleyemedim.Hoş ne kadar dokunmak isteseniz de burada bir donuk karede gibisiniz,sanki Minyatürk'te gezer gibi hissediyor insan kendini :))

DANTEL KENTİ

Kendime en yakın çikolata dükkanından bir kesekağıdı erzak alıp başladım yürümeye.Bruge'un hemen herköşesinde dantel /goblen satan dükkanlar ile karşılaşıyorsunuz. Çeşit çeşit dantel örtüler,yastıklar,goblen çantalar hatta halılar bulmak mümkün.Dantellerin orjinallerini ise Gruthuse müzesinde gördüm.Şu anda müze olan bu sarayın zengin evsahipleri parayı bira üretiminden kazanmışlar.Meğer Ortaçağda veba salgını olduğunda , insanlara su yerine bira içmeleri önerilmiş. Su kaynatılmazken , bira kaynatıldığı için ,şifa kabul edilip günlük bir içecek halini almış.Kimi bölgede içine bal,kimi bölgelerde çeşitli otlar,baharatlar katmışlar.Otlardan ve arpadan oluşan ''gruut'' adı verilen bir çeşit malt'ı vergilendirme hakkına ise işte bu aile sahipmiş. Paraya para dememişler anlayacağınız. Sarayın içinden katedrale açılan bir balkon bile var.Bira yapımında kullanılan tesisler de hemen yan tarafta.Kentte biranın yanısıra dantel ve pırlanta müzeleri de mevcut. Bu da ticari geçmişiyle ilgili bir hayli ipucu veriyor sanıyorum...

BEGUINELER

Brugs'da bir topluluk var ki hayli ilginç.Tarih karşımıza 12.yüzyılda Beguin kadınlarını çıkarıyor.Kocaları Haçlı seferlerinde ölen dul ya da hiç evlenmemiş bu kadınlar,Bruges içinde yüksek duvarlarla örülü özerk bir alanda yaşamışlar . Dindar olsalar da,manastır yemini etmedikleri için tepki çekmişler.Beguineler Vatikan tarafından kabul görmemişler. Ansiklopedide laik hemşirelik teşkilatı olarak geçiyor. Çoğu varlıklı olan bu kadınlar yaşlı ve hastalara yardım ederek ve dantel ürünlerini satarak geçinmişler.Bağımsız Beguin kadınlarından 20.yüzyılın başında 1500 kadar varmış ama hepsi ölmüş.Şu anda Beguinlerin arazisinde ise birkaç (Benedikten rahibesi) kalıyor. Ben de dönüş yolumda tesadüfen akşam ayinlerine tanık oldum.Çok kısa sürede flaş bile kullanmadan birkaç fotoğraflarını çekme şansım oldu. Bir de kuğuları çektim.Eskiden Flaman kumaşı almaya gelen gemilerin demir attığı bu Ortaçağ içlimanı ;denizle bağlarını koparınca ,Minnewater (Aşk Gölü) adını almış. Üzerinde zarif kuğular salınıyor.Adeta zamanı durdururcasına.Meğer ,650 yıl önce kafası kesilen bir adamın anısına dolaşıyorlarmış. Ürkütücü ve büyüleyici .Olsun, bir Ortaçağ kentine de bu yakışır.

8 Mart 2009 Pazar

SUŞİ YAPMAK SENİN NEYİNE BE ARKADAŞIM







Bunların hepsi tek çocuk olmanın getirdiği alışkanlıklar.Dışarıda yağmur mu var , evde çok mu bunaldın.. Farketmez..Hemen bir oyun icat edersin..Bugün de öyle oldu..Bari evde suşi yapayım dedim..(haha)
SUŞİ
Şimdi bu da nereden çıktı diyorsunuz. Dün,markette görmüştüm.Suşi set diye bir kutu.Tüm malzemeler içinde. Denemekten ne çıkar diye bugün işe koyuldum..Sonuç tam bir hezimet. Lastik gibi lezzetsiz pirinç topları yarattım!!
JAPON MUTFAĞI
Bu şehirde yemek kültürü en gelişmiş konu..Her köşede farklı bir dünya mutfağı restorantı görmek mümkün..hayatımda en çok suşi yediğim yer burası..Bunun iki nedeni var..birincisi Türkiye'deki gibi pahalı değil. Hemen her köşede ve marketlerde satılıyor. İkincisi, bizim büronun karşısında bir tane suşi dükkanı var. Bu sayede aşağı inip paketimi alıp hoop yukarı çıkıp masada yiyebiliyorum..Hep aynı menüden alıyorum..Pek öyle isimlerini bildiğim de yok ama lezzetli hafif..Öğlen için ideal..Çorba ,salata ve içecekle beraber toplam 10 avro.Bu da burası için oldukça makul bir fiyat..Neyse gelelim bugünkü macerama..
DİDEMOŞİ USTA
Efendim paketi açtım..içinden çıkan pirinçleri 15 dakika tuzlu suda kaynattım..Sonra yine paketten çıkan pirinç sirkesini pirinçlerin üzerine döküp soğumaya bıraktım..sonra dürüm yapmayı sağlayan bambu suşi matını masaya koydum.(amerikan servisin peçete büyüklüğünde olanını düşünün)Bu matın üzerine, yine kutudan çıkan 1 yaprak yosunu serdim.Bu arada içine ne koyacaktım?? Evde bu çerçevede,10-15 tane haşlanmış minik karidesten başka birşey yoktu. Neyse ilk suşide beklentileri en aza indirgeyip, yosun yaprağına sarılı pirinç dürümümü yaptım..bir kenarda duran soya sosu ve wasabiyi de çıkardım ..Oldu bitti.. Gelgelelim lezzetine...
SUŞİ YAPMAK USTA İŞİ
Arkadaşlar bu kadar mı kötü olur!! Böyle bir lezzetsiz sonuca nasıl ulaştım Allah bilir..Hergün yediğim o lezzetli pirinç topları nerede, benim yaptığım bu kayış toparlaklar nerede ??!!. Yani Japonya'da bana aşçılık işi yok anladım . Hiçbir şey göründüğü gibi kolay değil . Sonra biraz interneti karıştırdım . Ben suşileri saramam diye korkuyordum ama asıl ustalık pirinci doğru pişirmekmiş arkadaşlar . Hatta özel pirinç tencereleri falan varmış .Pirinci kurutma makinasıyla kurutanlar bile varmış. Yani iyi pişecek , iyi soğuyacak. Adamlar zaten sabırlı biliyorsunuz. Ben daha tam soğumadan aceleyle yapınca sonuç hüsran oldu. Her işi erbabına bırakmakta fayda var. Gidip hazırını almak varken , suşi yapmak benim neyime..Ama Pazar öğleden sonrası için az eğlence olmadı orası ayrı..

1 Mart 2009 Pazar

TERMINAL


UFAK BİR GÖZLEM
Bunu kaydetmeden de sayfayı kapatmak istemedim.Kriz masası başkanı Theo Wetterings denilen bir adam vardı..O kadar soğuk ve mesafeliydi ki,gözlerindeki o kendini üstün görme halinden rahatsız oldum..Evet karşısındaki Türk gazeteciler sürekli sorular soruyordu..Evet biz (eksik ya da yanlış da olsa!)hemen bilgi almaya alışık bir millettik.Evet,hemen sonuca gidip yorum yapmaya bayılıyorduk ama onlar da çok sessizdi..Yani iki tarafın birbirine alışması zaman aldı.ama beni rhatsız eden 3 saniyelik bir an..Bu kargaşa halinde Türk gazeteciler -neden şöyle ;neden böyle diye sorduğunda onlara dönüp '' Because that is Dutch way'' dedi.. Nasıl? Böyle bir durumda ne derece yüreklere su serpti ;siz düşünün..Sonra ertesi gün enkaza en yakın köyde yaptığı basın toplantısında ise;Flamanca soruların anında İngilizceye çevrilmesini istemedi. Bu nasıl bir adam ve kimse sorgulamıyor diyecektim . Pardon ; unuttum..That is Dutch way..
TERMINAL FILMI
Kısacık da kendi halimi anlatayım.Hiç gitmediğim bir ülkede 4 gün geçirdim.Nereleri gördüm peki? Havalimanı ve enkaz..Mesleğimiz bizi bazen ordan oraya sürüklüyor ama bazen biriktirdiklerimiz turistik olmuyor.Yani Amsterdam'ı gördün mü derlerse gördüm diyemem. Sokakta bile yürüyemedim.Adeta Tom Hanks'in oynadığı (Terminal) filminde gibiydim.Orada yaşadım,geri döndüm.Bu da benim kaderim galiba.kaldığım otelde bir hediyelik eşya dükkanı vardı. Tahta takunyalar ,yel değirmenleri figürleri bulunan buzdolabı magnetleri satılıyordu. Alsam dedim ama bir anlamı olmayacak,hiçbir yeri görmedim.Bir dahaki sefere daha güzel bir ortamda Amsterdam'ı görmek dileğiyle..

MAHRUMİYET VE RÜZGAR


Efendim biraz da yayın ortamından bahsedeyim. Kazanın bulunduğu alan çok rüzgar alıyor.Enkazın arkasında gördüğünüz tek tük ağaçların arkasında dev rüzgar jenaratörleri dönüyor.Öyle rüzgarlı yani,şaka değil..Neyse ikinci gün sabah 9 itibariyle enkazın öünden yayına başladım.Almanya'dan yayın aracımız gelmişti.Ancak TRT'nin sponsor olduğu bir film festivali nedeniyle akşam saatlerinde Almanya 'ya geri dönmesi gerekiyordu.Biz belki dönmez diye umutlanırken,2 saat sonra söküldü. ve Biz tümgün yayınları İHA aracılığıyla yaptık.Teknik olarak bunda bir sorun görülmeyebilir ama barınacak yerim bile kalmamıştı.Bu otobanın yanındaki tarlada ne tuvalet ne de yiyecek imkanım vardı..Her saat başı yayına bağlandım..Olay çok sıcaktı ama koşullarım insani boyutların dışındaydı..Bir ara İHA yayın aracı direksiyon bölümünde otururken yanıma gelen Habertürk muhabiri Ayşe Süberker'in kendi için aldığı patates kızartması ile karnımı doyurdum. Onlara araçla erzak geliyordu,ben arabasız,tuvalate bile giremeden tam 10 saat yayın yaptım.En son yayın ana haber bülteni içindi. Tepeye çıktığımda başlayan sağanak yağıştan mikrofonu tutamıyordum. ve en zor yayınlarımdan birini yaptım.Bir arazinin kenarında çamurların içindeçalışmıştık.Peki şimdi otele dönmek için ne yapacaktık? Tepemize sağanak yağmur iniyordu. Hollanda muhabiri eşini aradı.Eşinin çağırdığı ve 10 dakikada gelirim diyen taksi maalesef 1 saat sonra geldi..Ayrıca yolun başındaki kavşağa 500 metre yürümemiz gerekiyordu. Ve taksi bir türlü gelmiyordu..Artık dayanamayacaktım.Orada duran polislerin yanına gittim.Çok üşüyoruz polis minübüsüne binebilir miyiz dedim.Hemen oturun dediler..Yani Hollanda'da polis aracına binmedim demeyelim.:)) Neyse otele geri döndüğümde sırtımın ağrısından duramıyordum.Önce çok sıcak bir duş ve sonra suda eriyen 2 aspirin ile kat kat giyinip yattım.Biraz daha kalsam zatürre olabilirdim..

ÜZERİMİZE KÖPEKLERLE GELDİLER



Şimdi biraz haberlerin perde arkasına gidelim..Hani 2 dakika bir görüntü için hangi şartlarda mücadale ettiğinize biraz ayna tutalım.Kazanın ilk gecesi..Yolcu yakınları Türkiye'den gelecek.Tüm basın mensupları o spor salonunun hemen dibindeki otelden yer ayıtmış durumda..Gidip sordum bir kişi 160 avro imiş..Daha ucuz bir yer bulmak gerekecekti..Kameramanı orada bırakıp yer arayışına girdiğim sırada kanal 24 muhabiri arkadaş Saadet Oruç ile karşılaştık.İbis Otelde yer ayırttığını ve paylaşabileceğimizi söyledi.Uçarak otele gittik.Kameramana da yer ayırtıp geri döndük ama saatler ilerlerken yolcu yakınlarından haber yoktu.Ve Hollanda makamlarının duyurduğu yere gelmediler. havalimanında da basından adeta kaçarcasına uzaklaştırıldılar.Kimse bize açıklama yapmıyor ve basınla kazazede yakınlarının biraraya gelmemesi için ayrı bir çaba gösteriliyordu. Saat 24.30 gibi otele döndük.Bizim otel dediğimiz gibi havalimanı yakınında ama basının pek kalmadığı bir oteldi. Bir de öğrendik ki yolcu yakınları bizim otelde kalacaktı..ben eşyaları odaya bırakıp döndüğümde Saadeti lobide 3 yolcu ile aynı masada otururken buldum:karşısında 2 otel görevlisi vardı ve kavga ediyorlardı.ben kavgayı yatıştıran pozisyondaydım..Ne oluyor,bir dakika demeye kalmadan suratsız kadın görevli bana dönerek :

'' Yolcularla konuşmak yasak.'' dedi.Yanında genç bir görevli var o tam üniformasının güç sarhoşluğu içinde gözlerinden ateş fışkırıyor.

Olayı anlamaya çalışıyorum,ama neyin yasak olduğunu kavrayamıyorum.

'' Biz otel müşterisiyiz,istediğimiz masaya oturabiliriz.Bu masaya oturamasak da,o zaman arkadaki masaya otururuz,burası otel lobisi ''dedim.

Bunun üzerine bana dönerek -Siz TRT de çalışıyorsunuz.Yolcularla konuşmanız yasak dedi.(Ben nereden biliyor diye düşünürken,yanındaki genç olan-Polis çağırırız ve sizi otelden attırırız'' demesin mi? ) Evet,artık ileri gidiyorlardı..

Ne yapıyorduk ve hangi gerekçeyle otelden atılacaktık ki? Son derece ama son derece sakin bir ses tonuyla,

-'' ikincisini yapmanızı tercih ederim'' dedim. ''Çağırın polisleri. Ama unutmayın bizim de bu durumda sizin hakkınızda olumsuz yorumlarda bulunma ve şikayetçi olma hakkımız var.''

Beklemiyorlardı..Suratımıza sert sert bakıp içeri gittiler..

Biri ayağı alçılı üç genç yolcu orada oturuyorlardı. Onlara dönüp bunun saçma olduğunu,kimsenin bize bilgi vermediğini ve tek isteğimizin kaza ile ilgili Türkiyeye bilgi vermek olduğunu söyledim. evet belki lobide konuşmayı engelleyebilirlerdi ama odalara da karışabilirler miydi, hayır..Eğer kabul ederlerse; istedikleri odada röportaj yapabileceğimizi önerdim ve onlar da kabul ettiler. Kazadan kurtulan 3 yolcu ile bizim odada Kanal 24 muhabiriyle röp yaptık. Daha sonra da onları uğurladık. Lobiye döndüğümüzde bir süpriz bizi bekliyordu. Elinde Kurt köpeği olan bir güvenlik görevlisi ısrarla etrafa bakınıyordu..Orada bizden başka biri yoktu..Gözgöze geldik..Ona doğru yürüdüm..

-''Bizi mi ayırıyorsunuz? ''dedim..Birşey diyemedi..''Elinizdeki köpek ısırıyor mu? '' dedim..

-''Evet'' dedi..

-''Öyle mi? Bizi de ısırır mı? ''diyerek gülümsedim..Fazla sakin davranıyordum..Çünkü durum çok saçmaydı. Lobide bizden başka kimse yoktu.Yani oturan kazazede falan kalmamıştı.İşimizi çoktan tamamlamıştık ama onlar bu arada yememiş içmemiş üzerimize köpeklerle gelmişlerdi..Ortada onun yapacağı birşey yoktu.Hiçbir şey söylemeden geri gitti.. Ama bu iş kimin başından çıktıysa çok ayıp etmişlerdi..Bir otel güvenliğinin kendi başına bu derece korumacı olması ise pek ihtimal dahilinde görülmüyordu.Kendi vatandaşım benden kaçmıyordu ki. Bu nasıl memleketti?.Çünkü hiç alışık olmadığımız bir uygulama vardı. Hollanda makamları kesin sonuçlara ve kesin isimlere ulaşmadan kimseye açıklama yapmadılar.THY ve hatta dışişleri birimleri dahil.Sadece aileleri muhatap aldılar.Buna milletçe alışık değildik.Öğrenene kadar köpeklere yem olacaktık..

BURUK MUCİZE TANIĞI


Çarşamba sabahı televizyonda ekranda (Son Dakika Uçak Düştü )yazısı belirdiğinde işyerindeydim. Kazanın Amsterdam'da olduğunu duyduğumda az sonra yola çıkacağımı biliyordum.Öyle oldu..
YOLCULUK VE İLK YAYIN
En kısa yoldan Amsterdam'a gitmek üzere Türk gazeteci arkadaşları aramaya başladım.Anadolu Ajansı yola çıkıyordu..Onlara dahil olduk.. Önce trenle 40 dakika Anvers kentine gittik.Orada bizi bekleyen AA fotomuhabiri arkadaşın arabasına doluşup son sürat otobana çıktık..Havalimanına yaklaştığımızda trafik iyice ağırlaştı..Biz enkaz alanına gitmek istiyorduk ama nerede olduğundan bile şüpheliydik..Biraz danışarak,biraz kalabalığı koklayarak saat 15.30 civarında olay yerine geldik..Uçal 10.45 te düşmüştü.Geldik diyorum ama uçak havalimanına neredeyse 5 kilometre uzaklıkta bir tarlanın ortasına düşmüştü ve yanına yaklaştırmıyorlardı.. Pasaportları gösterip,Türk televizyonu diyerek tam 3 engeli aştıktan sonra 500 metre mesafeye kadar gelebildik..Bundan sonrasını yürüyecektik..
ENKAZ
Sisli yağmurlu soğuk bir havada koşar adım gitmeye başladık..Uçak bulunduğumuz yolun sol tarafında doğal bir tümseğin ardındaydı..Tepeyi tırmanınca tam karşımızdaydı. Orada öylesine 3 parçaya bölünmüş halde yatıyordu.Biz 150 metre kadar mesafede tellerin arkasındaydık.yangın çıkmadığı için adeta beyaz kırılmış bir oyuncak gibi önümüzdeydi..Kırık kanadı ve motorları biraz ileride duruyordu.Sessiz ,sakindi etraf .Fazla sessiz.Birkaç saat önce can pazarının yaşandığı bu metal yığınından ecel kokusu etrafa sinmişti..Hiç sevmem.Hayatın hiçbirşey olmamış gibi devam ettiğini suratınıza çarpar,rahatsız olursunuz.İşinize odaklanıp söz söylemek zorundasınızdır ama yüreğinizde yolcu ve yakınlarını taşırsınız..Peter Pan gibi büyümek istemeyen bir çocuk olmaktan vazgeçeli çok olmuştur.Büyürsünüz ve acıları paylaşırsınız.Hiçbir şey teğet geçmez sizi.Oysa mesleğin başlangıcında kendinizi ateşin üzerinden yürüyen adam sanmışsınızdır, kimbilir.Öyle olmaz.Oradadır ,önünüzdedir keskin gerçek..ameliyattan çıkan doktor gibi sizden haber bekleyenlere gördüğünüz gerçeği söylemek zorundasınızdır. İşinizi yaparsınız, hissetmemeye çalışırsınız ama yüreğiniz acır..
CANLI YAYIN
İşimizi son sürat tamamlayıp yayına yetişmek zorundaydık ama aracımız yoktu.AA ise kendi görüntülerini geçecek bir internet arayışındaydı.aracın yanına vardığımızda civarda yaşayan bir Türk vatandaşın evine gideceğimizi öğrendik.Onlardan ayrılsak,trafiğe kapalı bölgede hiçbir araç bulma şansımız da yoktu. Bize gideceğimiz adresten taksi çağırmayı teklif ettiler.Cihan Haner ajansının yayın aracının bulunduğu yere gitmem gerekiyordu.Hep beraber enkaz bölgesinden çıktık. Çıktık ama 10 dakika sonra çağırdığımız taksi adrese bir türlü bize ulaşmıyordu. Olağanüstü durum ilan edilen bölge civarında trafik felç olmuştu..Şaka gibi ama bir kapana kısılmış gibiydik..Ankara dakikada iki kez neredesiniz diye arıyordu ve yayına yarım saat kaldığında artık yetişme şansımızın giderek yokolduğu saniyelerdi..İşte o sırada Faslı taksici köşede göründü..25 dakika vardı ve uçarak ilerlemeye başladık..Cihan haber ajansının yayın aracına geldiğimizde haber bülteni başlamıştı..TRT Hollanda muhabiri de o anda yayına yetişti.Hiçbir ön konuşma imkanı bile bulamadan,allah ne verdiyse şeklinde ;yaklaşık 5 dakika gecikmeyle yayına başladık.Son bilgileri Yusuf özkan'a sorarak yayına devam ederken,birden beklediğimiz kazazede yanımıza ulaştı.Mustafa Bahçecioğlu ismindeki yolcu kazayı ufak sıyrıklarla atlatmıştı.Kimileri onun kadar şanslı değildi ama o bir mucize yaşamıştı.Benim tuttuğum mikrofon sayesinde hepimiz bu buruk mucizenin tanıkları oluyorduk. Hiç konuşmamış, hiç tanışmamıştık.Herşey o anda spontan olarak yaşanıyordu.Bize uçaktan nasıl çıktığını, kardeşiyle diğer yolculara nasıl yardım ettiklerini anlattı.Özel bir yayın oldu ve tamamen elyordamıyla ama çabayla sonuçlandı..