29 Eylül 2008 Pazartesi

UFAK AYRINTILAR

Bu aralar yürüdüğüm bir yol;ya da gördüğüm bir çiçekçi bana Buenos Airesi hatırlatıyor.Biraz psikologluk yapayım mı? Bir şehre alışmak biraz zaman istiyor..Brükselde günlerim iş odaklı geçtiğinden bu süreç biraz daha uzun sürecek gibi.Şehirle tanışamadım henüz. Fotoğraf çekemedim;onu fethedemedim.Hem içinde yaşayıp hem keşfedememenin verdiği garip bir hüzün benimkisi.Buenos Aires imajında sorumluluktan uzak;rahatça dolaştığım kendime ait zamanları arıyorum.Biriktirdiğim parayla geçirdiğim 6 ay kendime yaşamda verdiğim bir duraklama ;bir dinlenme;bir hediyeydi aslında.Zihnimin oyunu bana durup biraz etrafıma bakmayı özlediğimi gösteriyor..Ne diyeyim sabrediyorum;bir düzene girecek elbet..
SEVİMLİ DETAYLAR
KUAFÖR
Bu derece robota bağlamış durumda çalışırken bile küçük detaylardan mutlu oluyorum..Mesela büronun tam karşısında bir kuaför var.Randevu ile çalışıyorlar.İlk geldiğim günden beri yayaın öncesi saçıma fön çektirmek için oraya gidiyorum.Artık beni tanıyorlar..Doğumgünümde saçıma fön çektirdim.İngilizce bilen bir kız var mesela o gün ona doğumgünüm olduğunu söyledim.O durumu Fransızcaya çevirdi; diğer çalışanlar beni tebrik etti (haha) Bu sabah iş seyahati öncesi yine gittim.Normalde randevusuz gidilmiyor..Hooop beni hemen aldılar..Yani bu iletişim işi heryerde kapıları aralıyor.. Bir de bahşişi bol bırakmak tabi (haha)
MİNİK İTALYAN RESTAURANTI
Bir diğer sevdiğim ayrıntı büronun hemen yanındaki bir İtalyan restoranı.. Geçtiğimiz bir Pazar akşamı saat 20.30 gibi işe ara verip umutsuzca sokaklarda yemek yiyecek bir yer aradım. Heryer ama heryer kapalıydı..Maalesef Pazarları burası ölü bir şehir..Neyse artık umutsuzca büroya geri dönerken yapma sarmaşıklarla süslenmiş beyaz tüllerin asılı durduğu bir dükkandan yaşlı bir adamın çıktığını gördüm.Muhtemelen dükkanını kapatıp evine gidiyordu.Meğer orası bir İtalyan restoranıymış .Şişman bir kadın ile oğlu işletiyor.Kırmızı ekose masaların yanyana dizildiği sıcacık minicik bir yer.Duvarlarında eski yıllardan kalma siyah beyaz bir köy evinin fotoğrafları asılı.Yemekler de gayet lezzetli. Heryaştan müşteri var ama özellikle İtalyan olanlar sahipleri ile koyu bir sohbet halinde.Hizmet hızlı..Yemekleri yine tombul boyalı sarı saçlı önlüklü bir kadın getiriyor mutfaktan.Ne bileyim içim ısındı;rahat ettim orada.Artık evde yemek olmadı mı hoop ordayım.Haftada bir gidiyorum sanırım.Dün gece yine gittim artık beni tanıyorlar. Sevimli sahibi diyet kolama limonu sormadan koyup getirmişti (haha)
İşte böyle birkaç satırla da olsa hayattaki detaylarımı paylaşmak istedim. Çoğalması dileğiyle.. bana şimdilik biraz izin.. Yine iş seyahatine gidiyoruz. Strazburga.. Görüşmek dileğiyle.

22 Eylül 2008 Pazartesi

BIR BEKLENMEDIK ZIYARET



































Efendim bu şehre yeniden gelmeyi dilemiştim ama samimiyetle bu dileğimin bu kadar çabuk gerçekleşebileceğini tahmin etmiyordum.Cuma akşamı merkezden gelen bir telefon üzerine yeniden Paris'e geldik.Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanının temaslarını izlemek üzere buradayız. Yine en erken trenle Parise vardık. Cumartesi günü otel arayışına başlayınca haftaiçi otel fiyatlarının ne derece yüksek olduğunu ve yer bulmanın da zorluğunu anlamış oldum.Neyse nisbeten şehrin içinde bir İbis otelinde yer ayırttım.Sabah yaklaşık 1 saat taksi kuyruğunda bekledikten sonra otele geldik.Eşyaları bıraktık. Ben basın danışmanını aradım.Henüz bakan beyle görüşmediğini söyledi. Sonraki konuşmada ise daha netti.Bakanın bugün toplantılarının basına kapalı olduğunu ve demeç vermeyeceğini iletti! Nasıl yani?? biz o zaman niye bugünden gelmiştik??Bunun üzerine danışmana telefonumun açık olduğunu ve ne zaman isterse bize haber vermesini söyledim. Kameraman arkadaş Yücele ne yapacağını sordum. O dinleneceğini söyledi. Ben ise fazla vakit kaybetmeden otelden dışarı çıktım. İş var gelin diyene kadar ne görebilirsem bu şehirde görmeye karar verdim. Özetle okuyacaklarınızın hepsi üstünkörü bir şehir turundan ibaret.Detaylara girecek vaktim olamadı maalesef. Yanımda sadece ve sadece metro haritası vardı. O da bana yeter de artardı..Çıkmadan resepsiyondaki kıza Seinne nehrindeki teknelere nereden binebileceğimi sordım. Eyfel kulesinin altından dedi.Bu şehri kısacık zamanda nasıl göreceğimi düşünüp turistik ama panoramik nehir turuyla başlamaya karar verdim.Hemen en yakın metro istasyonuna yöneldim.
METRO FARESİ
Gerçekten Paris metrosu şimdiye kadar gördüklerim içinde en kapsamlısı..16 hat üzerinde yaklaşık 200 kilometre uzunluğunda ve günde yaklaşık 5 milyon insan taşıyormuş.Ayrıca finüküler sisteme de bağlanıyor. Yani kentin altında gerçekten bir başka şehir akıyor gibi..Neyse ilk işim bir günlük serbest bir metro bileti almak oldu. Sonra haritama bakarak Eyfel Kulesi durağına gittim..Çıktığımda tam karşımda duruyordu.
EYFEL KULESİ
Meşhur yazarın anektodunu hatırlatayım.Ünlü yazar hergün Eyfelin altında bir kafede randevularını veriyormuş. gelip sormuşlar-üstad Eyfele bu sevginiz nereden ? diye.-Ne sevgisi demiş.Bu çirkin beton yığınını şehirde görmediğim tek yer burası!!Valla benim de kanım ısınmadı ne yalan söyleyeyim. Evet heybeti ve yukarı doğru çıkan teleferikleri müthiş ama ben soğuk buldum.Neyse efendim.Söylendiği üzere;Eyfelin yanından yürüyerek Seinne nehrinin kenarındaki teknelerin kalktığı noktaya ulaştım.Biri 4 dk sonra kalkıyordu hemen atladım..
SEINNE NEHRI
Teknenin en arkası manzarayı en iyi göreceğim yer diye oturdum ama yol boyunca arkadaki eksoz borusundan genzim yanmadı değil.Yaklaşık 1 saat boyunca şehir gerdanlık gibi saran köprülerin altından geçtik. Hem köprüleri hem de etraftaki tarihi önemli yapıları tanıtan bir sunum dinledik.Ben memnun kaldım.Özetle ne derece tarihi yapıların korunduğunu ve etkileyici bir şehir olduğunu gördüm.
SACRE COEUR DE MONTMARTE
Ezbere bilgilerle gezilirse Paris ziyareti ancak bu kadar oluyordu..Louvre müzesine de gidecek vaktim yoktu..Eyfel Kulesi;Seinne nehri derken ;üçüncü aklıma gelen yer ; Montmarte tepesi oldu.Metroda Anvers durağında inip yukarı 5 dakika yürüdüğümde tam karşımda bembeyaz Sacre Coeur kilisesi duruyordu..Hiç üşenmeden kademe kademe merdivenlerinden çıktım.Biraz eşek anırtan cinsten nefesinizi kesiyor !!Ama manzara da öyle.Aslında tepeye çıkmak için bir de teleferik var. Ama geç farkettim,hakkımı dönüşe sakladım.Kutsanmış kalp anlamına gelen kilisenin girişinden aşağı baktığınızda tüm Paris ayaklarınızın altında. Müthiş panoramik bir görüntü var.Yemyeşil çimenlerin üzerine insanlar uzanmış;kimi kitap okuyor kimi etrafı seyrediyordu. Kiliseyi gezdim.Sonra insanları takip ederek kıvrılarak yukarı çıktım .Aradığım yeri bulmuştum.
MONTMARTE
Öyle çok filmde izledim ki bu sanatçılar sokağını.Görmeyi çok arzu ediyordum.Ünlü ressamlara evsahipliği yapan daracık sokakları ;restorantları ;kafeleriyle Montmarte ressamlar sokağı karşımda duruyordu. Meydanda onlarca ressam ya eserlerini sergiliyor ya da turistlerin karakalem portrelerini çiziyordu. Heryerde o kadar az durabildim ki;gönlüm saatler geçirmek istedi.Biraz etraftaki rehberlerin anlatımlarına kulak verdim.Kimbilir ne önemli detayların önünden geçiyordum ama maalesef ne kitabım ne bir hazırlığım vardı. Bir haritam bile yoktu. Kulak dolgunluğu el yordamıyla ne görebildiyesem görmeye çalışıyordum.Bir daha ki sefere daha detaylı diyerek yokuşun başına geldim. Bu kez teleferik hakkımı kullandım.Kısa olsa da eğlenceli bir inişti.
PIGALLE
Tüm bu isimleri seyrettiğim filmlerden biliyordum. Pariste geçen yüzyılın başında sanatın ;şov dünyasının ve hüzünlü yaşam öykülerinin mekanları.Moulin Rouge filmi ne kadar güzeldi. Sonra farklı versiyonlarıyla ressam Lautrec'in hayatını seyretmiştim.Montmarte'ye gelirken Pigalle den geçtiğimizi görmüştüm. Bu sefer yürümeye karar verdim. Bir iki dükkana sordum yolu tarif etttiler. Ancak olan olmuştu. Bir türlü varamıyordum. Bu arada Mahmutpaşa gibi en ucuzcu malların satıldığı bölgeden geçtim. Ardından Arap mahallesine geldim. Çeyizlik kıyafetler sokak ortasında amaçsızca duran onlarca genç adam; ve üstlerine sineklerin konduğu açık alanda satılan iftar tatlıları..Sonra sabah geldiğimiz Paris Nord garının önünden geçtim. Bir köprüyü de geçtikten sonra durdum. Yaklaşık 15 dakikadır yürüyordum ve bence yanlış taraftaydım. Bir gazete büfesine sorduğumda beni doğruladılar.Tam ters istikamete gelmiştim.Ancak bu sayede Paris'in kuzey mahallelerinin bir bölümünü görmüş oldum. Bir şehirde kaç türlü yaşamın içiçe yaşandığının ipuçlarını aldım. Hemen ilk metroya atladım. Pigalle de indim.
MOULIN ROUGE
Efendim biraz ilerleyince havada dönen kırmızı yeldeğirmenini seçebiliyor gözünüz. Aynen geçen yüzyılın başında olduğu gibi yerli yerinde duruyor. Ve revü kızlarının gösterileri de sergilenmeye devam ediyor. Masalsı bir havası var. Film karesinden çıkmış gibi..Pigalle'den son rotama geçecektim..Champ-Elysees(şanzelize)ye..
CHAMP-ELYSEES
Metroda De Gaulle durağında inip önce o muhteşem takı gördüm. Sonra caddenin kenarından başlayıp boylu boyunca Şanzelize'de dükkanlara baktım. Cartier ;Guerlian ;Louis Vuitton ilk aklıma gelenler. Ardı ardına pasajlar ve kafeler var. Güzel bir yer..Bir kaldırımı bitirdiğimde artık ayaklarımın üzerine basamıyordum. Hemen karşı kaldırıma geçtim ve bir pizzacıya girdim. Günü güzel bir yemekle bitireyim diye düşündüm..Adı da Pizza Pino idi. Bana Ankara'da çocukluğumu hatırlattı. Yukarı kata çıktım. Kıza Parise ilk kez geldiğimi söyledim.Bana cam kenarında küçücük bir masa verdiler. Tam hava kararırken Şanzelize'yi seyrediyordum. İnsanların telaşını;gün bitimi koşturmacasını..O sırada bembeyaz bir limuzzinin caddededn geçişini..Herşey güzeldi;pizza hariç. Bu kadar da kötü beklemiyordum. Gerçekten hayal kırıklığına uğradım. Neyse ne yapalım..Çabucak yiyip kalktım. Ve hemen ilk metroyla otele döndüm. Dönüşte artık tecrübeliydim 3 hat değiştirdim!! Özetle bugünü yaşamın bana verdiği güzel bir hediye olarak algıladım ..Neden mi? Çünkü 3 gün sonra doğumgünüm..

21 Eylül 2008 Pazar

PARIS VE BIR DIDEM KLASIGI

Vakit kaybetmeden başıma gelenleri anlatayım..Önce şunu belirtmem gerekir ki Paris benim için hep sevgilimle gidilmesi gereken bir yer gibi geldiğinden seyahat planlarımda hep ertelemiştim. Kısmet olmadı diyelim.Gel gör ki yaşam beni ilk kez Parisle iş için tanıştırdı..
THALYS
Hızlı trene de ilk kez bu nedenle binmiş oldum.Dışişleri bakanının Paris'te bir günlük foruma katılması nedeniye sabah 06.43 trenine binip akşam da 21.55 treniyle geri döndük. Bunları anlatıyorum çünkü gerçekten İstanbul'dan İzmit'e gider gibi binip gidiyor insanlar.Bu kadar basit olmasını ve bilet dışında hiçbir kontrolden geçmemeyi halen algılamakta zorlanıyorum.Neyse efendim kameraman arkadaşla kargalar kahvaltı etmeden tren istasyonuna geldik.Brüksel-Paris arası giden tren firmasının adı Thalys.Gittiğimizde tren yoktu.. Hatta kalkış vakti geldiğinde de yoktu..Meğer rötar yapmış.. Hızlı trenin rötar yapmasıyla güne başladık yani!! Ama daha gün içinde başıma gelecek olandan habersizdim..
PARİS
Seyahat boyunca doğal olarak uyudum.Bir saat 15 dakika sonra gelmiştik. Trenden inmemle yüzüme şehrin enerjisi çarptı. Gerçekten.İnsanlar ve beden dilleri farklıydı.Tren istasyonunun dışında kuyruk beklenen bir taksi durağı var. Bir an kendimi Beşiktaş vapur iskelesi önünde taksi bekliyor sandım.Şehrin ritmi farklı atıyordu. Sonra taksi ile toplantı salonuna gittik.Yol boyunca taksi camına yüzümü yapıştırıp sokaklara baktım. Şehir yeni uyanıyordu ama garip bir şekilde bana çok tanıdık geldi. Belli ki zor ;mücadele ile dolu; güzel görünüp yakaladığını ısıran bir şehirdi.Hiçbir yeri göremedim ama inanın İstanbul'daymış kadar da tanıdık hissettim. Sanki bir an rahat ettim;nefes almış gibi oldum.
DÖRT DUVAR
Gelelim Paris'te geçen günüme.OECD binasında yapılan toplantıda önce kartım bulunamadı. Artık bunlara alıştığım için fazla anlatmadan hızlı geçiyorum. Kameraman arkadaşın akreditasyonunu 2 gün sonra yapmıştık;onunki 30 saniyede bulundu;benimki 15 dakika sonra bulunamayıp yeniden basıldı !! Neyse içeride basın için bir oda ayrılmıştı. Paris'teki Türk gazeteciler ile tanıştım. Odadaki ekrandan da hiçbir görüntü yayınlanmadı. Özetle 8 saat sadece 4 duvara bakmış oldum. Neredesin diye sorsanız ;Paris'teydim (haha)
MÜTHİŞ MACERA
Efendiiim;gelelim günün sonuna. Dışişleri Bakanı Babacan'ın açıklamalarını ve toplantı görüntülerini Ankara'ya geçmem lazımdı. Bir gün önceden televizyonun Champ-Elysees(Şanzelize) üzerinde olduğunu öğrenmiştim.Ve sırf seyahat merakımdam internetten bulunduğumuz adres ile tv nun aynı metro hattı üzerinde olduğunu da görmüştüm.Saat 17.oo ye geliyordu. Ve İstanbula bu derece benzeyen bir şehirde akşam trafiği rezalet olmalıydı.. Nitekim çevremdeki gazeteciler de beni onayladı. En iyisi metro ile gidecektim!!!
PARIS METROSU
Daha önce hiç gelmediğim bu şehirde koşarak dışarı çıktım. Bir taksiye el etsem de durmaması metro konusunda ne derece doğru bir karar verdiğimi düşündürdü. Etraftakilere sorarak metronun girişini 5 dakikalık bir deparın sonunda buldum. Hızlıca bileti aldım,zaman geri sayıyordu. Çünkü saat 17.20 de Avrupa Vizyonu bağlantısı yapacaktım. Metro tıklım tıklımdı. İnmem için 5 durak vardı. Giderek yaklaşıyordum. Bir yandan da saate ve cep telefonuna bakıyordum.Saat 17.18 de Franklin Roosevelt durağına geldik. Ben kendimi hızla dışarı attım. Yukarı çıkmak için koşarken ..Telefonum çaldı..
BIR DIDEM KLASIGI
Karşımdakine metro koridorundayım desem de;sesin iyi geliyor bağlıyoruz dedi.Tanrım ne yapmalıydım? Toplantı notlarımı tedbir olarak bilgisayarın masaüstüne atmıştım.Fazla düşünme lüksüm yoktu. Sırt çantamı yere atıp;bilgisayarı çıkarttım. Ve yere bağdaş kurup oturdum ve başladım anlatmaya..!!! Evet Paris metrosunda yanımdan en az 300 kişi geçerken ben pantolon ceket takımımla yerde kucağında bilgisayar telefonla konuşan biriyim!!! Deli demişlerdir tabi.. Kim ne bilsin benim habere bağlantı yaptığımı!! O sırada enerji güvenliği Kafkaslardaki istikrardan falan bahsettiğimi (haha) Ancaak bununla da bitmedi.. Tam yayının sonuna gelirken bu kez hırpani tipli bir adam yanıma geldi..Ya bir dilenciydi;ya da dilenci kılığında bir polis. Kucağımdaki bilgisayara bakıp (computer..computer) dedi..benim kulağım telefonda bir yandan anlatıyorum:bir yandan elimle adama kış kış yapıyorum !!! O ısrarla (computer..) demeyi sürdürüyor;ben de iki şeyi aynı anda düşünüyorum.Biri acaba sesi yayına giriyor mudur;ikincisi bilgisayarı kaparsa ne yapıcam!!! Artık uçan hızda sözlerime noktayı koyup yayını bitirdim.Adam da baktı ki bilgisayardan umut yok;oradan uzaklaştı..Sonra sanki hiçbir şey olamışçasına bilgisayarı sırt çantama koyup yukarı çıktım. Şaka gibi.Hakkaten bir girdaptan sağsalim çıkmıştım..Ve Şanzelizedeydim...
CHAMP-ELYSEES
İnanın İstanbul gibi bir yer..Belki daha güzel binaları ya da kafeleri olabilir.Ancak şehirler de insanlar gibidir. Frekansınız ya tutar;ya tutmaz. Geldiğim andan itibaren frekansımız tuttu. Diyeceksiniz ki orası paris nasıl tutmasın? Ama hiçbir yerini görmedim. sadece insanlarını; metrosunu ve yaşamı gördüm.O nedenle de tek söyleyebileceğim bu şehri gezmek için tekrar gelmek isterim. Şanzelizede yürüyerek adresi buldum. Görüntüleri geçtim ve tekrar metroyla geri döndüm. Paris'i hiç görmedim diyebilirim.Ama meslek hayatımda hiç unutamayacağım bir
anım oldu..

20 Eylül 2008 Cumartesi

KATEDRAL VE ASTRONOMIK SAAT









Avrupa'nin en güzel Gotik eserlerinden biri kabul edilen katedralin inşaası 4 yüzyıldan fazla sürmüş.O dönemde en yüksek tepeye inşaa edilen 142 metre yüksekliğindeki tek kuleli katedral 19.yy sonlarına kadar Hristiyan dünyasının en yüksek yapısı olarak kalmış.1400'lere gelindiginde Avrupa'yi istila eden çağın vebası ;işçiler de dahil nüfusu kırıp geçirince ;katedralin yapımı da durdurulmuş..Sonra da böyle şahsına münhasır tek kuleli bir katedral olarak kalmış.Ön cephesindeki işlemeler uzun süre hayranlıkla izlemenize neden oluyor.Yapımı yüzyıllar aldığı için hem son dönem Gotik hem de Romanesk stili görebiliyorsunuz.
SESSİZ VE ETKILEYICI
İçeride eğer turist kalabalıklarından uzakta bir kenara çekilip detayları incelerseniz ;adeta bir görsel şölen sizi bekliyor. Her sütun başlığına oyulan bir figür,dini tasvirler,vitraylardan sızan soluk ışıkta gözlerinizi kamaştırıyor. En eskisi 13.yüzyıldan gelen vitrayların bazıları ikinci dünya savaşındaki bombardıman sonucu zarar görmüş. Bu arada gezerken okudum; vitray fikri Tanrının ışığını yansıtmak fikrinden geliyormuş.Önüne çizilen dini figürler ;temalar oradan Tanrının ışığıyla süzülüp size yansıyor.Hiç felsefi anlamını düşünmemiştim .Neyse gezerken ilginç bir bölüm de Zeytin Dağı'nda İsa'nın yakalanışının heykellerle tasviri. 15. yüzyılda iyi ve kötü kavramları yüzlerde ve kıyafetlerde nasıl yorumlanmış görmek ilginçti.Tabi bu eserleri görmek için bağış kutusuna para atılıyor. 30 saniye ışıklandırılan heykeller sonra bir diğeri görmek isteyene kadar tekrar karanlığa gömülüyor.Ben de böyle durumlarda felsefe ile finans kavramları arasında çelişip duruyorum.
ASTRONOMİK SAAT
Astronomik saat ise katedralin en sağ köşesindeydi..Saati ilginç kılan ise birçok astronomi ve takvim fonksiyonlarını yerine getirmesi. Paskalya zamanını tam olarak belirleyen ilk tam mekanizma bu saat olmuş. Ve en keyiflisi ise kendiliğinden hareket eden birçok parçaya sahip.İşte tam bunları okurken hergün saat 12.00 de saati yakından tanıtan 3 dilde 20 dakikalık bir film gösterildiğini ve 12.30 da saatin kendiliğinden harekete geçtiğini okudum.Saatime baktım 11.45 ti..Ne şans.İzleme fırsatım vardı..Ve elbette ücret karşılığında olan bu gösteri için dışarı çıkıp bilet almak gerekiyordu.. Ben de öyle yaptım..
SAAT ISCILIGI
Efendim filmde saatin tarihçesinden bahsediliyor.Katedral 14. yüzyıldan beri üç değişik astronomik saate evsahipliği yapmış. İlk saat( 1352- 1354) arasında yapılmış ve 16. yüzyılın başlarında durmuş. İkinci saat (1547 -1574) arasında yapılmış ve bu saat de 1789 yılında durmuş. Yeni saat, 50 yıl sonra Jean-Baptiste Schwilgué (1776-1856) ve 30 işçisi tarafından yapılmış.. Bu üçüncü saat, ikincisinin yerine konmuş. Ve halen tıkır tıkır çalışıyor.. Sonra kamerayla saatin içine girip detayları görüyorsunuz.Astroloji takvimi olan saatte en ilginç bölüm hareketli mekanizmalar..
ZAMAN VE YASAM
Saat 12.30 u vurdugunda yanyana oturan iki çocuk melekten biri elindeki tokmagı çana vuruyor. O anda yanındaki diğer çocuk ise elindeki kum saatini ters çeviriyor..Ve zaman işlemeye başlıyor.. Onların tepesinde yukarıda yer alan bölümde elinde kemik ile ayakta duran bir iskelet var.Yani Ölüm..
Ölüm kemiği çana vurmasıyla ;önünden 4 ayrı figür geçiyor.. İlki elinde dünyayı taşıyan bir çocuk.İkincisi bir genç .Üçüncüsü orta yaşlı bir adam. Ve dördüncü bir ihtiyar..Her biri mekanik bir yuvarlak üzerinde ölümün önünden geçiyorlar..Yaşamın her safhası zaman aksında ilerliyor..
Ben çok etkilendim .Bu kadar öz ;bu kadar basit bir anlatım çok etkileyici. Bu grubun bir kat üzerinde ise ortada İsa'nın yer aldığı başka bir düzenek var. Onun da önünden sırayla 12 havari geçiyor ve geçerken İsa elini kaldırarak onların başını kutsuyor. Ve bu seromoni tam 3 kez sol köşede bulunan horozun önce hareketlenip kanatlarını çırpması sonra da başını havaya kaldırıp
ötmesiyle şenleniyor. Tabi yüzyıllık saatten gelen horoz sesi sanki çocuk vızıklaması ya da bir kapı gıcırdaması gibi ..ama bence izlemesi olağanüstü eğlenceliydi..
FELSEFE
İşte saat ;bize verilen en önemli hediye olan yaşamda zamanı ne derece verimli kullandığımızı sorguluyor. Bana ilginç gelen bu derin felsefenin bir saatle sembolleştirilmesi.Bu derece basit;yalın ve çarpıcı ortaya konması.İman ve inançla zamanı geçirmek her dinin ana düsturu olduğu için saat içinde de dini figürlerle bunu anlatıyor. Ama fikren şunu izleyebiliyor insan.Bir astronomik düzen ve sistemin içinde yer alıyorsun ve yaşlanıyorsun.Ölüm kaçınılmaz.Sen yaşlanıp gitsen de yerine başkaları gelecek. Sana verilen zamanını iyi kullan diyor ;sanki ..Ve en ilginci saate çapraz bir köşede (biracı,bezgin Bekir) tipli bir figürün hayattan bezmiş üzgün bir ifadeyle saate doğru bakması.. Onu da köşeye koymuşlar.Kıssadan hisse diye.. Ne ilginç değil mi? Ben bu saati gördüğüme çok memnun oldum. Trene yetişmek üzere otele doğru yürürken de düşündüm..Şu kısacık yaşamda zamanı iyi kullanıyor muyum acaba diye ? Bilmem..Pek tatmin olamadım. Herşeye rağmen akıp gidiyordu işte.. Tek bildiğim Strazburgda zamanı yeni bir şeyler görmek ve öğrenmek için iyi kullanmıştım,orası kesin..

18 Eylül 2008 Perşembe

STRAZBURG SABAHI
















Cumartesi sabahı biraz havanın kapalı olması biraz da yağmurun etkisiyle ancak 09.30 da giyinip kendimi sokağa attım.Öyle ya trenin kalkmasına 5 saat vardı.Ne görebilirsem yanımda kar kalacaktı.Ne yağmur dinledim ne uykusuzluk. Zaten dolaştıkça ruhum dinlendi ihtiyacım olan da buydu.
PETITE FRANCE
Efendim geceden haritada belirlemiştim. Bulunduğum gara çok yakın bir mesafede Küçük Fransa adı verilen bir yer vardı. Strazburgun en turistik köşesi de denilebilir. Nehir etrafına yapılan evler yüzyıllara rağmen halen aynı büyüleyici masalsı görüntüleriyle karşıladı beni.Bir yandan yağmur yağıyor ,puslu bir hava nehirde ördekler yüzüyor;hafif üşüyüp evlere bakıyorsunuz;şiirsel bir manzara.
TARIHCE
Alsace bölgesinin bir ili olan Strazburgun tarihi 2 bin yıl öncesine kadar gidiyor.Roma İmparatorluğu döneminde bölge önemli bir askeri karargahmış.Romalılar kaplıca kavramını da bölgeye o zaman getirmiş. Baden baden bölgesi bu bölgeden 50 kilometre uzaklıkta ama şu an Almanya topraklarında. Zaten strazburg kelimesi de Yol üzerindeki kent;köprü kent anlamına geliyor.Tarih boyunca da bir Almanların egemenliğine geçmiş bir Fransızların.
VEBA
Gelelim kentin asrın Kara Ölümü veba ile olan ilşkisine.1348 yılında Avrupa'da vebadan 25 milyona yakın insan ölüyor. Ve söylenti bu ya;salgını Yahudilerin Hristiyanların su kuyularına zehir atarak çıkarttıkları dedikodusu kulaktan kulağa yayılıyor.Bunun üzerine Avrupa genelinde 200 köyde Yahudiler feci şekilde yakılıp katlediliyor.İşte Strazburgda da 14 Şubat 1349 Aziz Valentin gününde 2 bin Yahudi tahta bir platformda yakılıyor ve tüm mal varlıklarına el konuluyor. Bununla da bitmiyor.Yahudilerin 100 yıl Strazburga girmesi yasaklanıyor.Bu yasak 20 yıl devam etse de 18.yüzyıla kadar tam 400 yıl akşam saat 22.00 den sonra kentte yahudilerin kalmasına izin verilmiyor.Hatta saat tam 22.00 de Grüselhorn adı verilen bir '' git borusu' çalınıyor.Tüm bunların ardından yüzyıllar sonra aynı kentin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine ev sahipliği yapması da hayli ilginç geliyor.
ALMAN-FRANSIZ ETKİSİ
Strazburg küçük olmasına rağmen tarine çok şey sığdırmış.Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun en önemli kentlerinden biri olmuş, hümanist hareketin öncülüğünü yapmış, Roterdamlı Erasmus’u barındırmış, Reform’un en yoğun yaşandığı merkezlerden biri olmuş, 1438 de Gutenberg’in matbaayı icad ettiği kent olarak tarihe geçmiş Strasbourg. 1681 yılında Almanlar’dan bu kez Fransızların eline geçmiş. Fransızların eline geçmesiyle birlikte, politik, dinsel ve estetik açıdan değişmeye başlamış. Marie Antoinette ve Mozart da Strasbourg’a sık sık gelmişler. Avrupa’nın en eski üniversitelerinden birine sahip Strasbourg’un tarihteki ünlü öğrencilerinden biri de ünlü Alman yazar Goethe olmuş. Kent Fransızların eline geçtikten sonra yavaş yavaş aristokrasinin, ardından da burjavizinin yerleşim merkezlerinden biri haline gelmiş. Strasbourg’un bugün Fransa ve Avrupa’da refah düzeyinin en yüksek olduğu kentlerden biri olmasının ardında bu tarih yatıyor. 1789 Fransız devrimi ile Napolyon savaşları Strasbourg’u Fransa’ya iyice entegre etmiş. Fransızların dünyaca ünlü milli marşı olan “La Marseillaise” Strasbourg’ta bestelenmiş. 19. yüzyılın ikinci yarısında Almanlar kenti yeniden ele geçirerek kendi mimari stillerini empoze etmeye başlamış. Kayser II. Wilhelm döneminde büyük bahçeli ve çiçekli binalar inşa edilmiş. Fransa’nın 7. büyük kenti olan Strasbourg kent olarak 1988’den bu yana UNESCO’nun “insanlık mirası” listesinde bulunuyor. Bu ansiklopedik bilgilerin ışığında bir de ne öğrendim.İstanbul ile kardeş şehirmiş.
KATEDRAL
Efendim ben bu düşüncelerle sokak aralarında yaklaşık 2 saat boyunca sırıksıklam oldum.Son olarak rotamı katedrale doğru çevirdim.İçinde dünyanın en eski astronomik saatlerinden birini barındırdığını da duyunca;onu da görmek istedim.

16 Eylül 2008 Salı

STRAZBURGA DOGRU











Cuma sabahı uçakla Strazburga gittik.Yaklaşık 1 ay önce benden istenen bir röportaj vardı.Haber bekliyordum;şansıma en yoğun haftaya denk geldi.Cuma gidip uçak olmadığı için Cumartesi öğlen trenle döndük.Ankara'dan İstanbula gelir gibi Strazburgdan binip 5 saat sonra Brüksel'de indik. Ben uzuuun pasaport kuyrukları ve kontrollere alışık biri olarak halen Shengen rahatlığını algılayamıyorum.
HAVAALANI
Ancaaak benim başıma bir ilginçlik gelmeden olur mu olmaaz..En rahat en kolay geçişte bile mutlaka bir şey beni bulacak. Nitekim buldu. Efendim zaten 1 günlüğüne gidiyoruz. Sırf uçak olmadığı için otelde 1 akşam kalmak durumundayız. ben de sadece bir sırt çantası ve laptop var o kadar. X ray cihazına koydum eşyaları.. Laptop cihazdan çıktı ; benim sırt çantası gelmiyor.. Kenara köşeye mi sıkıştı diyorum..Sonra adam görevli kadını çağırdı.. Bana dönüp - bu çanta sizin mi ?dediler. Evet dedim ama içimden de acaba ne olabilir ki diyorum.Sadece içinde eşofman takımlarım var. Derken ön fermuarı açmam istendi. Oradan Dove deodorantım ve yüz temizleme jelim çıktı. Sonra ne mi oldu?? -Bunlar dedi,bunlar... bakıyorum kadının suratına.. Uçağa 100 ml fazla kozmetik alamazsınız. Bunlar 125 ml.!!! Nasıl? süper değil mi? Aklımın ucundan geçmemişti çantama koyarken.Fazla düşünmeme gerek yoktu.. Alın dedim,alın onları ;atın..Ne yapayım..
11 Eylül tedbirleri sonrası defalarca ve defalarca havaalanlarından geçtim. kimi zaman makyaj malzemelerim özel plastik poşetlere kondu ama deodorantı hiç kaptırmamıştım.. o da oldu.. Sonra ne düşündüm..Ondan bundan aldıkları bu deodorant kremler falan ne oluyor? Zabıt falan tuttukları da yok.. Valla müthiş hazine..
SELESTAT
Strazburga yolculuk 1 saat sürdü.Asıl gideceğimiz yer Strazburga 30 dakika mesafedeki Selastat şehriydi. Çok eziyet çekmemek için hemen garın karşısındaki İbis otelinden yer ayırtmıştım. Eşyaları bırakıp önce Konsolosluğa oradan da ilk trenle Selestata gittik. 3 saat içinde röportajı bitirip trenle geri döndük. Herşey planlandığı gibi gitti.Akşam 19.30 gibi Strazburgdaydık.
STRAZBURG
Kameraman arkadaş Yücel zaten konuşmayı pek sevmeyen biri. Günün yorgunluğu da eklenince otele gelir gelmez o dinlenmeye gitti. pekiii ben ne yapacaktım? 2 seçenek vardı. Ya haftanın yorgunluğunu biraz olsun çıkarmak için oturacaktım; ya da yorgunluğa rağmen kendim için zaman yaratıp biraz hava alacaktım. Hemen yüzümü yıkayıp kendimi dışarı attım. Haritadan gördüğüm kadarıyla Strazburg kenti nehirlerle çizilmiş içiçe 2 yuvarlak halkaya benziyordu. Mantıken çok uzaklaşmazsam ve sokak aralarına fazla dalmazsam; kaybolmam imkansızdı. En nihayetinde dönüp dolaşıp bulunduğum noktaya geri gelecektim. Hava kararırken başladım yürümeye.Suratıma rüzgar çarptıkça kendime geldim.İlk intibam Strazburgun gayet karakteristik ve küçük bir yer olduğu. Senelerdir Avrupa Konseyi haberlerinde dinledikçe ben çok daha betonarme ve trafik keşmekeşi içinde bir yer bekliyordum. Nasıl benzetsem; Safranbolu gibi bir yer düşünün.. Binaları aynen koruyun ancak toplu taşım araçlarını en modern sistemle donatın. Trafiği minimuma indirin.270 bin nüfus koyun. Sanırım ancak ifade ederim.
GECENİN ŞAŞKINLIĞI
Yürürken halimi düşündüm.Yangından mal kaçırırcasına kendim için zaman yaratma çabamı gözlemledim.Aylardır bu koşturma içinde ruhumu biraz olsun şımartmak gayretime baktım; içime baktım. Biliyordum ki yeni yerler görmek en büyük ilacım.O nedenle havaya rağmen yürümeye devam ettim. Strazburgda tarihi alçak binaların bulunduğu caddelerde en meşhur markaların dükkanları sıralanıyor.La Fayette diye birkaç katlı bir alışveriş mağazası kapanmak üzereydi; son 15 dakikasında şöyle bir girip gezdim..Sonra kalabalıkları takip ederek bir sokak aralığına geldim. Sanki kibrit kutularından yapılmış evleri büyütüp Güliver devler ülkesinde düşünün. Hepsinin altına sandalyeleri sokağa taşan minik restoranlar koyun ve bir de yağmur yağsın..İnsanlar şemsiyelerin altında sokakta yemek yiyor..Sessizlik hakim;müzik yok gürültü yok.. Sadece şemsiyelere düşen yağmurun sesi..Öyle dingindi ki..Biraz daha bakayım derken cidden ıslanmaya başladım...İlk gördüğüm hediyelik eşyacıdan 1o ytl ye bir şemsiye kapıp yola devam.Karanlık basınca bu kez çatılardan en yüksek kiliseyi seçip meydana ulaştım.Bir anda karşıma çıkan Gotik yapıdaki kilise ;insanın tüylerini ürperten devasa bir yapıtdı.Öylesine küçük bir meydanda bir anda karşınıza çıkıyor ki ;kavramakta zorlanıyor insan..Benzetmem gerekirse Prag'daki katedral gibi..Daracık alanda devasa bir uzun yapı.Çok güzel detaylar vardı üzerinde çok.. Ve gece çökerken öyle ihtişamlı ürkütücü ve büyüleyici görünüyordu ki.. Sessiz meydanda dakikalarca seyrettim.Sanki birden kapı açılacak ve kendimi keşişlerin gizli şifrelerin sır dolu dehlizlerin içinde bulacakmışım gibi..Bir o kadar da binaların içindeydi ki ;insana ürkme hissi vermiyordu.Otele gittiğimde merakıma yenilip internete baktım. Efendim ben etkilenmişim kaç yazar... meğer orası Avrupa'nın en görkemli Gotik yapılarından Strasbourg katedraliymiş...Ertesi gün tren öğlen kalkıyordu.Benim içinse sabah erkenden rotam belli olmuştu..

YAZIYA HASRET

Yaklaşık 1 haftadır günlükten uzak kalmak içimi tırmaladı durdu..Öyle yoğun bir hafta geçirdim ki ne desem içimin yorgunluğunu anlatmakta zorlanıcam.Zihnen fiziken çok yoruldum. Ruhen yorulmadıkça aslında hiçbir şeyin de fazla önemi yok..Sırtımda ağırlıklarda zor bir tepeyi aşacakmışım gibi düşündüm kendimi;öyle moral verdim..Özetle son 1 haftadır hiç oturmadım. Gerçekten.Bu 1 haftaya Fransa Strazburgda bir röportaj ve onunla ilişkili 15 dakikalık bir program; KKTC Cumhurbaşkanı Talat;Dışişleri bakanı Ali Babacan ;AB-Türkiye Troykası toplantısı ;TÜSIAD ziyaret ve Brükselde Ramazan programı sığdı. Gerçekten düşününce şaka gibi.Sabah haberleri için güne saat 06.15 de başlayıp gece 23 itibariyle işyerinden çıktım. O nedenle yazamadım;susuz kaldım,içim soldu.Bu akşam tüm yorgunluğuma rağmen bu anı iple çektim.Oh şükür kavuşturana,tuşların tıkırtısı bile güzel (haha)

7 Eylül 2008 Pazar

MINIK AVRUPA







Geçen hafta yaptığım bu ziyareti ancak yazabiliyorum.Bu minyatür parkını ilk olarak Atomium'un en üst katından kuşbakışı olarak gördüm.Yukarıdan bakınca cidden uçaktan bir kenti izlermiş hissi uyandırıyor..Sonra basın kartımı gösterip para vermeden yaklaşık 12 avro tutarındaki bu fantastik geziye çıktım..
MINI EUROPE
Efendim burası Minik Avrupa.Avrupa Birliği'ne üye 27 ülkeye ait tarihi
kültürel ve ekonomik öncelikli eserlerin 1:25 oranında maketleri sergileniyor.Size girişte tanıtıcı bir kitapçık veriyorlar ve okuyarak maketler arasında ilerliyorsunuz..Benden başka da pek okuyan yoktu.. Zaten çoğunlukla ebeveynlerin çocuklarını saldıkları ve onların da maketler arasında koşarak slalom yapması için düşünülmüş bir alan gibi.. (haha) Her ülkeye ait bölüme geldiğinizde maketlerin önünde ülkelerin isimleri yüzölçümleri yazıyor.Bir de butona basınca milli marşı çalıyor.Ancak o ülkeye ait başka bir esere geldiğinizde isminin dışında hiçbir açıklama yok.. (adam kitapçığa yazmış,niye uğraşsın..haha) Neyse efendim çocuklar ülkelerin önündeki milli marş butonuna basmaya bayılıyor..Ancak apartman zili gibi üç beş tanesine aynı anda basılıp kaçılmaca oynanınca(!) bir gürültü,bir dehşet senfonisi dinleyerek ilerliyorsunuz..
ÜLKELER VE ESERLERİ
Dünyanın neresinde olursa olsun bu tür parklardaki maketlere hayranlık duymamak imkansız. Hepsi aslına uygun kopyalanmış hatta yıpratılmış;eskitilmiş maketler gerçekten birer sanat eseri.Aralarında hiç görmediğim eserleri öğrenme fırsatı buldum.Hatta eğer bir gün Danimarkayı görürsem buraya da gideyim,İrlanda'da bu yamacın üzerindeki şato kimbilir ne ihtişamlıdır diye gezdim.Yani maket parkı bana rehber oldu mu;oldu.Açıkça söylemem gerekirse Minyatürkün hakkını şimdi verdim. Minyatürke haber çekimi için her gittiğimde ;belki eserlerin çoğunun orjinalini görmüş olduğumdan hayranlığım hiçbir zaman maketlerin ötesine geçemedi. ''Sahicisi varken bunu ne yapayım'' hissi ile ortama hafif bir burun büyüklüğü içinde bakmıştım.Oysa öyle değilmiş; gidemeyen göremeyen var değil mi ?..Kabul ediyorum hakkını verdim.
UFAK GÖZLEMLER
Gelelim kitapçıktan bazı notlara.Danimarka'da kadınların yüzde 70'inin çalıştığını;İsveç'de erkeklerin %20 sinin doğum izni aldığını;Finlandiya'da araba sayısından fazla sauna (1.6 milyon) olduğunu;Hollandalıların yüzde 65 inin yılda en az bir kez tatile çıktığını;Estonyalıların 60 çeşitten fazla mantar yediğini;ortalama bir Belçikalının yılda 7.3 kilo çikolata tükettiğini; Almanların yılda kişibaşına 84 kilo ekmek tükettiğini ve ortalama 11 kez doktor muayenesine gittiğini okumak ilgiçti.. Bu arada Türklere karşı ifadeler de dikkatten kaçmıyor tabi. Yazılanları aktarıyorum.Avusturyalıların kahvaltıda yenen kruasanları Türklere karşı 1683 yılında zafer kazandıktan sonra yarattıkları ;Bulgaristan'da birçok klisenin zeminin altına inşaa edildiğini çünkü Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir klisenin boyunun at sırtında bir adamın boyundan daha yüksek olamayacağı ve Kıbrıs bölümünde Türklerin adadaki varlığı ile ilgili eleştirel cümleler yer alıyor.Yani iki araya bir dereye birşeyler sıkıştırılmış..Bu da farkediliyor..
AVRUPA BIRLIGI
Maket parkı özetle kültürel sosyal ve ekonomik olarak bütünleşmiş bir Avrupa bilincine hizmet etsin diye yaratılmış.Kitapçığın sonunda ''Avrupalı olmakla övünüyorum''başlıklı artan ticaret hacimleri ve yükselen yaşam standartıyla ilgili grafikler koymuşlar.Minik Avrupa parkını gezerken maketlerden etkilenmemek elde değil ancak olayın ruhunun ne derece başarılı olduğu tartışma konusu...

4 Eylül 2008 Perşembe

BIR SISE PARFUM VE BIR PAKET ORKID

Bazılarınız daha çok gezmemi daha çok yazmamı istiyormuş duydum.Ne güzel.İçim açılıyor gerçekten bunları duyunca.Biliyorum yeni bir yer yeni bir yaşam kulağa hoş geliyor.Gel gör ki yaşam bir garip sınavdan geçiriyor herbirimizi..Artık anladım ki yıllar içinde sınavdan sınava tek farkeden şey onu nasıl ele aldığınız o kadar..Yoksa ne sınavlar bitiyor;ne de yaşam mücadelesi.. Kitaplarda kriz yönetimi denen şey bir türlü kafanızı dalgaların üzerinde tutmaya çalışmak aslında.. Şimdi size anlatacağım hikaye benim kriz yönetimime bir örnek.. Artık güler misiniz; ağlar mısınız size kalmış (haha)
YORUCU GÜNLER
Haftalardır garip bir koşturma temposunun yaşıyorum..Yani bu biraz tatlı bir telaşın ötesinde..Adeta canımı dişime takıp işlere yetişmek zihnimi ve bedenimi zorluyor. Ama diyorum ya en daraldığım anda,bir dakika deyip durmaya çabalıyorum.. hani filmlerdeki gibi bir fıskeyle kareyi dondurup ayağımı filmden dışarıya çıkarıp ;sonra o karedeki kendime bakıyorum.. Sonra yüzüme bir gülümseme ,ciğerime bir nefes koyup tekrar kaldığım yerden devam ediyorum..Ne yapalım hayat devam ediyor.
SABAH YOKLAMASI
İşte bu sabah da bir yandan güncel açıklamalar gelmiş mi diye bakıp bir yandan da yaklaşık maliyet hesap cetveli doldurmaya çabalarken hooop olanlar oldu..Her ayın başında geçen ayın hesaplarını kapatıp; bu ayın yaklaşık maliyet hesabını muhasebeye bildirmek gerekiyor. Daha önce alışık olmadığım işlemler olduğundan ve yanlış yapmamak için geçmiş dosyalar önümde çalışıyordum.Tam herşey bitip iş bütçeyi yazdırmaya gelince ;yazıcının mürekkebinin bittiğini farkettim. Cihazın kapağını açıp siyah kartuşu çıkartıp yenisini dolaptan almaya gittim. Yaklaşık bir dakika sonra döndüğümde yazıcının altından oluk oluk siyah mürekkebin neredeyse son 3 yılı içeren evrakların üzerine doğru aktığını gördüm...
DEHŞET DAKİKALARI
Bir an dondum kaldım.Acilen dosyaları kurtarmam gerekiyordu.Büyük bir şans eseri mürekkep açık dosyanın sol kapak kısmından akmaya başladığından sağ tarafta klipsli evrakların ucuna varmak üzereyken yakaladım..Tam kurtardım derken akan mürekkep dosyanın altı; telefon kablosu ve bilgisayar mausuna bulaştığı için bütün masanın üzeri mürekkep denizine döndü.. Evrakları uzaklaştırayım dedim;parmaklarım simsiyah olduğundan evrakların kenarı bu sefer mürekkebe battı..Allahım ne yapacaktım?? Etrafta ne alkol ne pamuk ne de fazla gazete vardı..
MAC GYVER RUHU İŞ BAŞINDA
İşte yıllarca boşuna televizyon karşısında Mac Gyver seyretmedik..Gün bugündü!!! Şaka bir yana bir an önce akan mürekkebe son vermem ve kurumadan masanın üzerini alkolle silmem gerekiyordu..Ama neyle,nasıl?? sonra gözüme çekmecedeki parfümüm geldi.. Evet biraz küçüktü ama sonuçta içinde alkol vardı.. Bir iki fıslattım baktım mürekkep dağılıyor.. Peki masayı nasıl silecektim?? Ne selpak vardı; ne de bir peçete..İşte onu da çantamdan buldum..?? Bir paket orkid işime yaradı.!!! Olur mu olur..Başladım süratle orkidleri tek tek mürekkebin üzerine kapatmaya..Hem reklamını yapmıyorlar mı süper emici diye!! Al bakalım anlamak için fırsat !!!Hoş çocuk bezi olsaydı daha iyiydi ama imkanlar kısıtlı ne yapacaksın!! Bir yandan içimden dua ediyorum bir yandan mücadeleye devam .Malum masa da üzerime zimmetli ya (haha ) İnanın bu savaş yaklaşık 15 dakika sürdü.. Her yanım ama her yanım mürekkep içinde kaldı.. Çünkü bir küçük damlayı bile görmediğimde yaklaşık 30 santimlik bir alan yeniden mürekkebe bulandı..Ellerim tırmaklarımın içi toprakla uğraşan insanların tırnakları gibi simsiyah oldu..(halen çıkmadılar..) Ama mücadeleyi kazandım.. Dosyalar neredeyse en az zararla kurtuldu. Mürekkebin bulaştığı ve parmak izimin çıktığı yerlere de daksil sürdüm !! Kalan parfümümle kabloları ve kalemleri temizledim..
GÜNÜN ÖZETİ
Sonra hiçbir şey olmamış gibi ama canavarın inine girmişçesine korkarak tekrar o evrakları yazıcıdan bastım.. Kartuj yenilendiğinden bu sefer gayet net çıktı yazılar!! Zaten etrafta mürekkepten bol ne vardı.. Halen alttan akmayı sürdüren mürekkep için de yazıcıyı ayrı bir kenara koydum..(Kendi kendine kuruyana kadar bekleyeceğim başka çare yok) Günün sonunda kargo şirketini çağırıp evrakları gecikmeden Ankara'ya gönderdim.. Bence işin en güzel yanı odada eşyalara işleyen bir şişe parfümün kokusu oldu..Kapıyı bir açıyorsun mis gibi kokuyor.. :)) Bütün gün haber yazarken kendimi çiçek bahçesinde zannettim..Öyle ya hayat nasıl bakarsan öyle görünüyor..