14 Kasım 2010 Pazar
uzun bir ara
23 Şubat 2010 Salı
YILBASI PAZARLARI-AACHEN
(ARALIK 2009)
Bir başka kültürde yaşamanın en güzel yanı ufkunuzun genişlemesi ,eğer öğrenmeye meraklıysanız tabi.Uzun uzadıya ilk Christmas deneyimimi Güneyyarımkürede geçirdiğimden, parmak arası terlikler kısa kollu tshirtlerle ritüelin boyutunu bu derece kavrayamamıştım. Ama coğrafya Kuzeykutbuna hele Noel babanın memleketine yaklaştıkça, nasıl bir Christmas sektörü olduğuna inanamıyorsunuz. Hemen herbüyük şehirde kurulan X'mas pazarları bunun en önemli kanıtı. O ağaçları süslemek için ardı ardına sıralanan tezgahlarda yüzlerce ürün sizleri bekliyor. İnanın her keseye uygun seçenek var,yeter ki siz almaya niyetlenin.İnsanlar akın akın gelip ağaçları için alışveriş yapıyor. Bana gelince,maalesef heveslensem de ,bir yılbaşı ağacım olamadan gelip geçiyor hersene. Üşengeçlikten sanırım.Bodrum'a bile ağaç aldık,kendi evime almadım.Ağacı olanların evlerine bayılıyorum o ayrı. O nedenle bu yılbaşı öncesinde de adamların pazarlarında amaçsız amaçsız dolaşmak bir anlam ifade etmedi tabi..Fakat yine de en güzel pazarları gördüm mü,gördüm.Yukarıda resmini gördüğünüz Almanya Aachen kentinden. Arkadaşlarım kalabalık bir grup gidiyorlardı,ben de ekibe dahil oldum. Bu coğrafyada en meşhur yılbaşı pazarı kurulan yerlerden biri.Bana yine her tezgah birdiğerinin aynısı geldi.Ağacım yok ki bileyim hangisi farklı :)) İçinde aylak aylak dolaştım. Yakındaki meşhur katedrale gittim , gezdim , fotoğraf çektim. Geriye bu kareler kaldı.
15 Şubat 2010 Pazartesi
PARIS SANAT GEZISI
En güzeli bu oldu..Onca koşturmanın arasında gaza gelip arkadaşlarımla bir haftasonu Paris'e gittik.Daha önce iş için koştur koştur dolaştığım bu büyülü şehrin sabahını görmek,müzelerinde gezmek ,akşam meşhur Buddha Bar'da yemek yemek keyfimi yerine getirdi..En önemlisi 2 önemli müzeye gittim. D'orsay ve Louvre.Gördüm demek için her ikisine de en az 5 kere gitmem gerekeceği için bir göz attım diyelim :)) Paris'te Saint Germain'de kalınca ,kadınların ne kadar şık,erkeklerin ne kadar dış görünüme önem verdiklerini yakından görme şansım oldu.Cafe de Fleur de sıcak çikolata içerek başladı günümüz. Hemen yanında Les Deux Magots bu şehrin tarihi kafelerinden bir diğeriydi.İlk gün adres D'orsay müzesiydi. Louvre kadar büyük olmasa da en az onun kadar değerli eserleri barındıran bu müzeye bayıldım.Halen orjinal tablo görmeye gözlerim alışık olmadığı için karşılaştığım onca tablonun önünden dakikalarca ayrılamadım. Oradan çıkıp biraz alışveriş ortamına aktık :)) Meşhur La Fayette mağazasını görmeden dönmek olmazdı.. İçinde kaybolmayasınız diye harita verdikleri ilk alışveriş merkezi bu olsa gerek !! Eee..Paris'e gelmişken hevesimi almadan dönmeyeyim dedim.Resimde görülen şapka bu mağazadan alındı.Akşam onca dolaşmanın ardından pes etmedik. Vee açlıktan ölmeden az önce yemek yemeğe Buddha Bar'a gittik. Hani şu her dönem CD lerine rastlaldığımız meşhur Buddha Bar..Oldukça loş bir ortamda,devasa bir Buddha heykelinin etrafına yerleştirilen masalarda güzel müzikler eşliğinde yemek yeniyor. Ucuz değidi ama farklıydı,ve bence görmek güzeldi.Ertesi sabah internetten bulduğum yine meşhur Le Fumoir'de kahvaltı yaptık. Ardından ise Louvre müzesine doğru ilerledik.Ancaaak her ayın ilk pazarı meğer bedava günüymüş.. Bir kuyruk ki görseniz inanamazsınız.Neyse ki arkadaşlarım şehrin müdavimi olduklarından, biz kestirme kapıdan girip,çabuk ilerledik..Birkaç saat içinde en çok neleri görmek istediğime karar verdim.Önce Mona Lisa'yı buldum. Ardından Mısır hazinelerine gittim. Adamlar zaten Mısır'ı neredeyse tümden müzeye taşımış. Bir de (Türkiye Mevsimi) etkinlikleri çerçevesinde İzmir'den Simirnaya diye bir sergi gezdim.Sözleşilen saatte dışarı çıktığımda neredeyse ayaklarımın üzerine basamıyordum..Ama değmişti. sanat dolu,kültür dolu,Paris dolu bir gezi olmuştu..Trene yetişmeden son olarak Notre Dame klisesinin köşesinde soğan çorbalarını da içip Brüksele doğru yola koyulduk. İyi planlanan kısa seyahatler bazen uzun tatillerden daha bile iyi oluyor. Ne dersiniz ?
YENIDEN MERHABA
19 Ekim 2009 Pazartesi
PARIS YENIDEN
Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı ekibine dahil olarak Paris'teki Türk mevsimi etkinliklerini izledim.Durmadan koşturmayla geçti.Çok yoruldum.Üzerine Brüksel'de ilerleme raporu açıklandı.Neredeyse hersabah 05te kalktım.Gözlerimin altına mor halkalar çöktü .Herşey biryana Paris'i yeniden görmek güzeldi..
5 Ekim 2009 Pazartesi
LEUVEN
BRUKSEL MARATONU
NEREDEN NEREYE
Eftaling'den Brüksel dönüşü tren Tilburg'da 45 dakika rötar yaptı. İstasyonda bir lokma yemek yiyecek açık bir lokanta ya da büfe yoktu. Belçika'ya yaklaştıkça dükkanlara saat 18 den sonra kilit vurma hali sirayet ediyor olsa gerek..(haha)Ne yapalım , istasyondan çıkıp , tam karşıda bulunan otelin restaurantını denedik.Saat daha 21.00 civarıydı ama maalesef onun da mutfağı kapalı çıktı.!!Bari gelmişken otelin temiz tuvalete gidelim diyerek ,lobideki tuvalete girdik. Ve koridordaki duvarda bizi bu afiş karşıladı ,iyi mi? Orient Ekspres afişi. Ne alaka anlamadık. İnsanın karşısına nerede ne çıkacağı belli olmuyor. Hemen önünde iki poz fotoğraf çekildik. :))
4 Ekim 2009 Pazar
EFTALING - BIR MASAL DIYARI
Disneyland'a gitmemiş biri olarak bu masal parkından fazlasıyla zevk aldım.Haftasonu Hollanda'da olacağımı duyan arkadaşlarım Evren ve Suat Pazar gününü Eftaling'te geçirmeyi teklif ettiler. Amsterdam'a ve Brüksel'e yaklaşık birbuçuk saat mesafedeki bu eğlence parkına gitmek üzere tam ortada Tilburg denilen şehirde buluştuk.Daha sonra belediye otobüsüyle parka gittik.Ortaçağ masallarını andıran mimarisi ve dev kapısıyla daha girmeden sizi içine çeken bir havası vardı.
TÜRÜNÜN İLK ÖRNEĞİ
Efendim Eftaling dünyadaki eğlence parkları arasında bir ilk.1952 yılında açılmış.Hatta Disneyland'dan tam 2 yıl önce açıldığı için onun da fikir babası olduğu şeklinde rivayetler var. Öyle bile olsa,tabi günümüzde boynuz kulağı fersah fersah geçmiş durumda.Yine de Eftaling ,kendine has bir duruşa sahip. Belki Disneyland gibi görsel ve teknolojik üstünlüğe sahip bir yer değil.Ama çok masalsı bir yer olduğunu söyleyebilirim.Doğal bir park alanı içinde çeşitli köşelerde karşınıza masal kahramanları çıkıyor.Herbiri çocukluğumuzda bildiğimiz kahramanlar. Külkedisi, Rapuntzel, Kırmızı Başlıklı Kız,Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler hepsi orada.Kimi zaman raylar üzerinde bir trenle ,kimi zaman havaya asılı teleferikle aralarında geziyorsunuz. Ya da bir camekanın ardından bu masallar gözlerinizin önünde canlanıyor.Ticaretten uzak ,basit mekanik olarak hareket eden kuklalar sizi alıp çocukluğunuza götürüyor. Hele hava yavaştan kararmaya başlarken ağaçların arasında karşınıza çıkmaları büyüleyici. Ben hepsini çok sevdim.Doğumgünüm için harika bir hediye oldu.Parkı kapanana kadar gezdik. Ne varsa içine girip fotoğraf çektik. Özellikle çocuklara masalları öğretmek için harika bir mekan olduğunu düşünüyorum.Bu arada ,önemli bir yarıntı :parkta sadece giriş ücreti vardı,gezdiğiniz ya da katıldığınız etkinliklere para vermiyorsunuz.
29 Eylül 2009 Salı
DOGUMGUNU GUZERGAHI
(İlk defa bir güzellik yapıp müzik ekleyeyim dedim.Ama maalesef ses montajı yapamadım. Kulaklarınız için üzgünüm :) )
Efendim ;25 Eylül doğumgünümdü.Malum ailem ve arkadaşlardan uzağım.Madem işbaşa düştü,doğumgünümde kendime vereceğim ve en çok seveceğim hediye ne olabilir diye düşündüm. Cevap belliydi. Bir seyahat!! Ancak sanki doğumgünüm süpriz bir gelişmeymişçesine (!) yumurta kapıya dayanıp ,son dakika harekete geçince neredeyse kalacak yer bulamıyordum :)) Neyse efendim,bendeniz Cumartesi sabahı 07.15 trenine binerek hiçbir hazırlık ve harita bilgisi olmadan Amsterdam'a hareket ettim.
KANALLAR KENTİ
Buraya gelmeden çok önce merak ettiğim önemli merkezlerden biri Amsterdam. İlk kez Şubat ayında hatırlayacaksınız uçak düşünce gitmiştim. Ancak sadece havalimanını görüp gelmem de unutulur gibi değildi.Bu kez şeytanın bacağını kırayım diye erkenden yola çıktım. Trenle yolculuk 3 saat sürüyor.Otele eşyaları bırakıp dışarıya çıkmam öğlen saat 12.00 yi buldu. Yarım günde ne görebileceksem kardır diyerek ,kendimi sokaklara attım. Meğer pekçok dükkan saat 18 de kapanmıyormuş ama bunu başlarken bilmiyordum :))Bu nedenle çok kısıtlı zamanda üstünkörü bir gezi yaptım.
VAN GOGH MÜZESİ
İlk hedefim doğruca Van Gogh müzesine gitmek oldu.Senelerdir hayalini kurduğum bu müzeye geldiğime inanamıyordum.Toplam 4 katlı müzenin ilk 2 katı Van Gogh'un eserlerine,diğer katları dönem arkadaşları ve etkilendiği ressamlara ayrılmıştı.Heyecanla kuyrukta adım adım ilerledim.Yıllarca reprodüksiyon posterlerine aşina olduğumuz Van Gogh'un (Ayçiçekleri, Yatak odası )gibi tabloları birkaç metre ötemde duruyordu.Gözlerime inanamadan baktım. Hatta kuyruktan çıkıp geri gidip tekrar tekrar baktım.Farklı renkte farklı kültürde onlarca millettten insanla birlikte ardı ardına dizilip, dünyada konuşulan ortak bir dilin ,sanatın evrenselliğinin tadına vardım.Ruhum beslendi.
SOKAKLAR DÜKKANLAR
Müzeden sonra ,otelden verdikleri harita eşliğinde, kanallar arasında ilerledim.Sokakları kesen onlarca kanalın yanından yürüyerek bu kez Anna Frank müzesine doğru gittim. Hani Nazi işgalinde saklandığı sığınakta küçük kızın tuttuğu acıklı günlüğü hatırlarsınız. İşte o günlüğün yazıldığı ev müze haline getirilmiş. Ancak adrese ulaştığımda ,önündeki kuyruğun ucu bucağı görünmüyordu.Bilet almam bile en az 1 saat sürecekti. Ani bir kararla vazgeçip yaşayan Amsterdam'ın dükkanlarına ve alışveriş merkezine yöneldim. Amsterdam enerjisi yüksek bir şehir.Sokaklarda genç bir nüfus var.Tahmin edrsiniz ki Brüksel'de olmayan onlarca dükkana girdim. Ama onları ,birkaç saat içinde kapanacaklarını düşünerek ,delicesine bir koşturmayla, müthiş bir sürat içinde gezdim.Hiçbirine doğru düzgün bakamadım desem yeridir. Durmadan yürüdüm.(Yürürken de Özlem'le çoraplarımızın delindiği Prag gezimizin kulaklarını çınlattım)
RED LIGHT STREET
Akşam 18'e doğru pilim bitmek üzereydi.Hemen birşeyler yemeliydim.Kendimi bir Arjantin restaurantına attım. Orjinali gibi olmasa da ,yine de leziz bir biftek beni kendime getirdi.Hava kararıyordu ve rota belliydi.Yine minik haritama bakarak bu kez Amsterdam'ın meşhur Red Light Street'ine gittim.Kırmızı Fener Sokağı'nda dünyanın en eski mesleği icra ediliyor.Dar sokaklar içindeki küçük vitrinlerde müşteri bekleyen kadınlar bulunuyor.Açık olan vitrinlerin tepesinde kırmızı sokak lambaları yanıyor.Hertarafta kameraların bulunduğu bu dar sokaklarda kalabalıktan yürümek pek de mümkün değil .Çünkü ortam tam bir panayır alanına dönüşmüş. Samimiyetle söylemeliyim,fazla turistik buldum.Neden derseniz,çoluk,çocuk onlarca insan ,fiilen aslında genelevlerin bulunduğu ve hayat kadınlarının çalıştığı sokaklar arasında bir panayır havasında yürüyorsunuz. Sanki çekirdek çitleyip ,bir insan bahçesini gezer gibi geziniyorsunuz aralarında.Dünyanın hiçbir yerinde sektör bu derece karikatürize olmamıştır diye düşünüyorum.
COFFE SHOPLAR
Red light streetin hemen arka sokaklarında ise hafif uyuşturucuların devlet kontrolünde serbeste satıldığı mekanlar var.Camlarında (No Alcohol) yazan bu dükkanlarda envai çeşit esrar satışı yapılıyor. Ayrıca esrarlı kekler,lolipoplar vitrinleri süslüyor.Alışmayınca,bunları görmek garip geliyor orası kesin. Ama yine herşeyin fazla steril ve fazla kontrol altında olması dikkatinizi çekiyor. Hani şu özgürlükler şehri sloganı biraz reklam kokuyor bana kalırsa.Amsterdam isteyene geçici bir bir kontrol kaybı yaşatan oysa gayet kontrol altında bir şehir gibi.Amsterdam ne Bangkok ,ne de Buenos Aires.Belki ilk gençlik yıllarında olanlar için ilginç bir deneyim olabilir.Gördüğüm kadarıyla şehrin hedef kitlesi de zaten çoğunlukla gençler..
YENİ GÜZERGAH
Bu şehir beni daha çok görselliği ve sanat eserleriyle büyüledi.Kanalları,mimarisi ve pozitif enerjisiyle çok hoşuma gitti.Süper hızlı geçen yarım günün sonunda kendimi yorgunluktan bitmiş bir halde otele attım.Ertesi gün Amsterdam'dan ayrılıp Eftaling eğlence parkına gidecektim :))
24 Eylül 2009 Perşembe
KECI PEYNIRI DEDEKTIFI ISBASINDA
ARABALI GUN !!
ARABASIZ GUN-CAR FREE SUNDAY
Efendim,barmenlerin koşusunun sponsoru Fransa'nın Les Charentes bölgesi çıktı. Bu sayede minik bir çadırın içinde benim de biraz olsun gastronomi kültürüm arttı. Önce konyaklardan başlayalım.Meğerse bu bölge kendi üzüm bağlarında ürettikleri yıllanmış konyaklarıyla meşhurmuş. Çadırın içinde yanyana standlarda onlarca küçük işletme konyaklarını pazarlıyordu. Bir hevesle gittim ama bana çok tatlı geldi. Porto şarabı benzeri daha çok tatlı ile yenebilecek türden bir lezzete sahiptiler.5 ve 12 yıllık arasında tercih ediyorsunuz.Alıp sonra çok tatlı diye içmeyeceğim için hiç girişimde bulunmadım.
LES HUITRES DE MARENNES OLÉRON
Gelelim yeni keşiflerime.Çadırın her iki başında yemek reyonları var. Kuyruğun ucu bucağı görünmeyince dikkatimi çekti. Meğer istiridye satıyorlarmış. hani filmlerde gördüğümüz bıçakla açıp içine limon sıkıp hüpletiyorlar ya. Aynen ondan !! bir düşündüm,zaman bu zamandır.Bir daha nerede yiyeceksin. Görsen alıp nasıl temizleyeceksin diye ,yaklaşık 30 saniyelik bir muhakemenin ardından sıraya girdim tabi!! tam yarım saat kuyrukta bekledim inanın. bekledikçe de,herhalde bu çok değerli. Acaba kaç tane alsam diye düşünüyorum. 3-6 ve 12 adet seçenekleri var. her gelen 12 tane alıyor. Sonra çok beğenirim az gelir diye düşünüp ben de 12 tane aldım.Efendim üzeri eciş bücüş kabuklu,bu deniz canlılarını ikiye bölerek size sunuyorlar. İç kısımları ise tertemiz.Önce üzerine birkaç damla limon sıkıp sonra midye içi gibi olan bölümü bıçakla kanırtıp ağzınıza atıyorsunuz.Doğruyu söyleyeyim mi? pek bana göre değil :(( Ne yalan söyleyeyim, biz midye dolmaya falan alışmışız herhalde. Bu pek bir taze, pek bir deniz canlısı geldi :)) yani 6 tanesi bile bana fazla geldi. Bir de 12 tane almışım.Hoş sonuçta hepsinin bitmesi 3 dakika falan sürüyor ama en azından yemedim demeyeceğim.meğer Les Charentes bölgesi dünyadaki en önemli istiridye ihracatçılarından biriymiş. İlgilenenler aşağıdaki sayfaya girip (VIDEOS)bölümünde (HUITRES MARENNES OLERON)bölümünü izleyebilir.
Kaynak:http://www.huitresmarennesoleron.info/FR/HMO-index.asp
LES ESCARGOTS
Malum istiridyeler pek karın doyurmayınca burnum çadırın diğer ucundan gelen kesif tereyağ kokusunu aldı. Acaba o tarafta ne vardı? Diğer uca ulaştığımda nisbeten daha az bir kuyrukla karşılaştım. İnsanlar fırından çıkan minik tepsilerde kürdanla bir şey yiyorlardı.Biraz yaklaşınca bunların tereyağında pişmiş salyangoz olduklarını gördüm. İşte bendeki düşünme süreci yine başladı. Bir yandan merak,bir yandan yesem mi yemesem mi durumları. Sonra karar verip sıraya girdim. Hiç bir beklentim olmadan tadına baktım.Doğruyu söyleyeyim mi? Ben gerçekten çok başarılı buldum. Belki diyorum beni tereyağ ve maydanoz iklisinin dayanılmaz cazibesi etkiledi ama samimiyetle,kalamar benzeri bir lezzeti var. Denedim,görmüş oldum.
POITOU CHARENTES
Efendim,bu Les Charentes bölgesi meğer ne bereketliymiş!! Anlaşılan bizim Sapanca Maşukiye benzeri bir kıvamda. Çadırın bir diğer köşesinde de bölgede üretilen keçi peynirleri satılıyordu. Bu bölge keçi peyniri konusunda hatırı sayılır bir yermiş. Ben de fırsatı kaçırmadım. Zaten burada beyaz peynir bulmak pek mümkün olmuyor. Bu coğrafyada kahvaltıda daha çok croissant , reçel ve kahve var.Buralarda peynir ,ya yemek sonrasında ve tatlı öncesi yeniyor ya da özel olarak şarapla tercih ediliyor.Aslında bir yerden keçi peynirine kendimi alıştırmayı hedefliyordum. Gün bu gündür diyerek keçi peyniri aldım.Bölgenin en önemli peyniri (Chabichou du Poitou). Gayet keskin ,biraz tulum peyniri kıvamında bir lezzet. Eve gelince internetten bölgedeki keçi peyniri çeşitlerine baktım. Bu peynir konusundaki araştırmalarım sürecektir efendim.
BARMEN YARIŞI
Günün sonunda barmenlerin yarışı da geldi çattı. Profesyonel barmenler kadar amatörler de yarışmadaydı. Ellerindeki tepsilerle parkı 3 kez dolaştılar.Sonuçta kazanandan çok, herşeye rağmen yarışı bırakmayan ve sonuncu olan yaşlı teyze alkışlandı.İzlemesi çok zevkliydi. :))
20 Eylül 2009 Pazar
İŞBAŞI
15 Ağustos 2009 Cumartesi
BU ŞEHİRDE
2 Ağustos 2009 Pazar
29 Temmuz 2009 Çarşamba
LILLE (FRANSA)
Kime sorsanız--'aa Brüksel'mi? Heryere yakın'diyor ya.Gerçekten öyle.Ben Lille ismini duyuyordum ama Brüksel'e bu derece yakın olabileceğini hiç düşünmemiştim.Artık biliyorum. Tren süresi sadece 35 dakika.Nasıl şaka gibi değil mi? Elçilikten arkadaşım İlknur haftasonu gidelim dedi. Biz de sanki Metrocity'e gider gibi atlayıp Lille'e gittik.
28 Haziran 2009 Pazar
ÇiKOLATA RENKLi SANATÇI ÖLDÜ MÜ?
Bu aslında çok yıllar öncesine gittiğiniz ,o toy tecrübesiz halinizle dokunduğunuz,öpüşmeyi bilmeden öptüğünüz ilk gözağrısı sevdiğinizin yıllar sonra bir gün ölüm haberini almak gibi birşey. Yıllar geçmiş toyluğunuz üzerine artık çelikten bir kasa kaplamışsınızdır ama ,derinde o ilk deneyimlerin izleri yine de saklı kalır.O yüzden yıllar geçse de çocukluk arkadaşlarınızı, ilk sevdalarınızı ve ilk kayıplarınızı unutamazsınız.Sanırım Michael Jackson da benim jenerasyonum için ciddi bir kayıp oldu. Yazlıklarda akşam yemekten sonra ,sitelerin meydanlarında çocuklar toplaşıp sosyalleşmeye çalışırdı. İşte ilk heyecanların duyulduğu o yıllarda ,birbirine dondurma ısmarlamak,langırtta birbirini yenmek gibi flört numaraları vardı. İşte o dondurma aldığınız çay bahçesinde mutlaka onun parçasına denk gelirdiniz.Çay bahçesinde televizyonda (Kuruntu ailesi) oynardı.Ya da ailecek çıkılan akşam gezintilerinde , kuruyemişçinin ya da mısırcının küçük radyosunda onun bir parçası çalardı. O ailemizin çikolata renkli sanatçıydı.Ne kadın ne erkek,üçüncü nesil kabul edilir,uzaylı diye dalga geçilirdi. E.T'nin yanına en çok yakışan dünyalı oydu. O aslında biraz da Peter Pan'ımız, büyümeyen yanımızdı.Ölümüyle galiba ergenlik yıllarımın yakın bir tanığını kaybettim.
ZAMAN TÜNELİ
Eskiden karışık kaset doldurtma diye bir kavram vardı.1980 lerin ikinci yarısında kasetçi /plakçı denilen ve genelde pasajların dipte bir köşesinde dönemin rock ve blues plaklarının raflarda dizi dizi sıralandığı karanlık küçük dükkanlarda doldurulmuş kasetler satılırdı.Aslında kasetlerin içinde en fazla 2 şarkıyı bilirdik.Çoğunlukla ya bir reklam müziğinde duyduğumuz şarkıyı ya da İzzet Öz'ün (Teleskop) programında izlediklerimizi arardık. Chris de Burg'u bir kumaş-yün reklamı ile hayatımıza sokan Sinan Çetin reklamını unutmak ne mümkün.Mesela onu (The Traveller) ismiyle değil ;'' Aksu reklamındaki müzik ''diye aramıştık :)) İşte o günlere denk gelir çikolata renkli sanatçıyla tanışmam.Hatta dün gibi aklımda..
BILLY JEAN ,BEAT IT,THRILLER
1983 yılında bir okul pikniğini hatırlıyorum. Ailemin hediye ettiği Sanyo marka iri kahverengi kılıflı walk-man 'imde Billy Jean şarkısını dinlemiştim.Kaset yine doldurma yabancı parçalardan oluşuyordu.Sonra şarkı o kadar meşhur olmuştu ki ;benim nazarımda o kaset bir hayli kıymete binmişti.Sonra işi biraz derinleştirip Thriller albümünü edindik.Herkes Michael Jackson'u konuşur olmuştu.Ama düşünsenize (Wanna be starting something) (Beat it) (Billy Jean)(The Girl is Mine) hepsi aynı albümde.Çoğumuz ev partilerinde toplanır klipte izlediğimiz dansları yapmaya çalışırdık. Özellikle Thriller'da mezardan çıkan zombilerin el hareketlerini taklit etmek ayrı bir uzmanlık alanıydı. :)) Albüm 1984 yılında toplam 7 ödül alarak rekora imza atmıştı.Şimdi düşünüyorum da,bahsettiğim ihtilalin hemen sonrası yıllarda kendi küçük dünyalarımızda başka dünyalara sığındık.Çünkü biz daha 14 yaşında heyecan,umut ve hayalleri olan ama belirsizliğin hüküm sürdüğü bir dönemin suskun nesliydik.Belki o yüzden Beat It (Yen Onu) dedik. Neyi yeneceğimizi kestiremeden.
ÇİKOLATA RENKLİ SANATÇI
Çocuğunu kolejde okutan orta gelirli aileler iyi bilir. Kendileri zor şartlarda yetişen ebeveynler umut bağladıkları evlatlarının dil öğrenip kendilerini geçmeleri hayali ile ,yüklü okul taksitlerinin altında ezilirler.Bir taraftan da hayatta farklı pencerelerin varlığı aşılanan bu çocuklarla iletişimi kopartmamak gerekir. İşte o dönem aileler de yakından tanıdı Michael Jackson'u.Pazar kahvaltılarında ışıltılı kostümü,pullu eldiveni simli çorapları sohbet konusu olurdu.Özellikle de Sezen Cumhur Önal'ın (Müzik Yelpazesi) programındaki anonslarla ünü Türkiye coğrafyasına yayıldı.Artık 7 den 77 ye ev ahalisi onu tanıyordu.''Duygulu sesi,kıvrak dansları ile şimdi de karşınızda çikolata renki sanatçı Michael Jackson geliyor' :)) Bir de Pazarları Cenk Koray'ın programında taklitleri çok yapılırdı.Hiçbirini beğenmez, kimse onun gibi ay yürüyüşü yapamıyor diye gülüşürdük.
BAD ALBÜMÜ
Aradan birkaç yıl geçti.Onu Duran Duran,Madonna ile aldatmaya başladığımız yıllardı. Ve karşımıza bu kez Bad albümü ile çıktı.You know I am bad, I am bad,really really bad.Aynı albümden (Dirty Diana) klibini hatırlıyorum. Orada rüzgarla gömleğinin arkaya savrulduğu müthiş bir sahne vardır.Tüm bu klipler, önce Ömer Karacan'ın hazırladığı müzik programlarından Betamax videolarımıza kaydedilir,sonra defalarca başa alınıp izlenirdi.Onunla ilgili hemen herşey gazetelerde haber oluyordu. Tipini değiştirmeye başlamıştı. Beyazlaşmaya çalıştığını,oksijen kapsülünde yattığını konuşurduk aramızda.Sonra kocaman bir hayvanat bahçesi bulunan Neverland'e taşınmıştı..Artık kendi platonik aşklarımız gündemin ilk sıralarını teşkil etse de,onun posteri hep duvarlarımızın bir köşesinde asılı durdu. O baştan sona ergenliğimize tanıklık ediyordu.
BLACK AND WHITE
Sonra kendi yolumuza savrulduk. Michael Jackson ;küçük kardeşlerimizin apartman önlerinde ay yürüyüşü takliti yaptığı bir adam olarak anılmaya başladı. Ta ki karşımıza Dangerous albümüyle çıkana kadar. Televizyonculuğa biraz ilgisi olanlar Black and White klibinin sonunda değişen suratların ne büyük fırtınalar koparttığını iyi hatırlayacak. O hep bunu yapıyordu. Her dönem farklı,yeni ve her yönden alışılmadık yüzüyle karşımıza çıkıp ezberlerimizi bozuyordu. Michael Jackson eskimiyordu. Popülerliğin adı kim ne derse desin hep o oluyordu. Bu kez toplumsal sorunlara eğilen şarkılarla karşımıza çıkmıştı.Ancak ,doğrusu eskisi kadar ilgimi çekmiyordu. Biz büyüyorduk,o ise halen Neverland 'de kalıyordu.
THEY DON'T CARE ABOUT US
Sonraki yıllarda hayatımdan tamamen çıktı. . Hele çocuk tacizi olayı ile gündeme geldiğinde ,onu artık ilgimi tamamen yitirdiğimi söylemeliyim. Büyümek istemeyen bir Peter Pan olarak kalması kabul edilebilirdi ama Peter Pan kılığında bir sapıksa eğer,hayatımızda yeri olamamalıydı artık. İşte bunca yaşanmışlığa rağmen,onu iteleyip ,mümkünse en uzak köşelerdeki anıların arasına yerleştirdik.Üzerine de çelik bir kapı örttük. Yaşamasına rağmen aslında anılarımızda çoktan gömmüştük onu.Ta ki geçen hafta ölüm haberini alana kadar. İşte o zaman gerçeklerle yüzleştik.Uzun süredir cildinde vitiligo,lupus ve kanser tedavisi gördüğünü,borç batağında yüzdüğünü ve eğer başarmış olsa bir ay içinde Londrada yeniden sahneye çıkmayı planladığını öğrendik. Garip bir hüzünle Peter Panı yeniden hatırladık.Zaten o hiç buralara ait olmamıştı .Belki de artık Neverland'ine ulaşmıştır.
16 Haziran 2009 Salı
LUKSEMBURG
Otel hemen tren garının karşısındaydı.Fazla eşyaları emanate bırakıp şehir merkezinde hemen(hop in hop out ) otobüsleri buldum.Kısa süreli gezinin en akıllıca yolu buydu!. Malum Anvers'ten tecrübe kazanmıştık.Efendim yaklaşık yarım saat boyunca Lüksemburg'un hem tarihi şehrini ,hem de günümüzün finans merkezi olan modern binalarını gördüm. Gökdelenler gözünüzün önüne gelmesin.En fazla 5 -6 katlı enine uzun binalar. Terbiyeli zenginlik duruşu burada da hüküm sürüyor anlayacağınız.Modern taraf hiç ama hiç ilgimi çekmedi. Ayrıca çoğu cam ve çelik konstrüksiyon binaların önünde dakikalarca durup mimarlarını öğrenmek de cazip gelmedi. Çünkü ruhsuz , soğuk , legodan yapılmışa benzer binalardı. Aslında dünyanın en zengin yatırım bankaları bölgesinde dolaşıyordum ama sonuçta bina işte ! Bu sırada ilgimi çeken çevreye serpiştirilen tek tük heykeller oldu. Bulundukları ortamdan tamamen kopuk ,alakasız görünen,çoğu soyut bu sanat eserlerine de belli ki ayrı önem veriyorlar.Ancak penceresiz ,enerjiden yoksun ,bu finans merkezlerinin önüne sanki tesadüfen atılmış gibi olmuşlar.Aksine benim gözüme battılar.Neyse bu sayede Lüksemburg'un eskiden tarla olan ama giderek gelişen modernleşen arazilerini görmüş olduk. Bölgenin adı Kirchberg Plateau.Ama benim gönlüm eski tarafta kaldı. Yarım saatlik tur bitince inmedim ve daha önce gözüme kestirdiğim durağa tekrar gittim.Bu durak beni yeraltı mahzenlerine götürecekti :))
Şöyle anlatayım.Klastrofobisi olanların kesinlikle uzak durması gereken bir alan!! İspanya işgali altındayken inşaa edilen, Kazamat denen bu alan ,şehrin savunmasında kullanılacak silahların ve askerlerin barınması için ayrılmış. Dehlizlerde önce Alzette ve Petrusse nehirlerine bakan dökme topları görüyorsunuz. Sonra, daracık merdivenlerden 39 metre aşağıya iniyorsunuz .Ölçtüm, merdivenlerin kimi yerde boyu üç buçuk , eni bir buçuk karıştı o kadar..
(haha)
Yeryüzüne çıkınca ,eski şehrin taş sokaklarında dolaştım bir süre. Lüksemburg'un bir vadide yükseliyor.
UNUTMADAN PAYLASAYIM..
Seyahatlerin en sevdiğim yönü ,yeni ve bilmediğim şeyleri göstermesi.Biraz da keşfetmenin heyecanı.Eğer geriye dönüp de hatırlamak istiyorsanız,bir kenara not almakta fayda var. Bu nedenle unutmadan Cenevre'den kalan 3 küçük notu günlüğe eklemek istedim. İlki yukarı gördüğünüz ayakkabılar. Tesadüfen dar bir yokuştan aşağıya doğru inerken soldaki vitrin dikkatimi çekti. farklı tabana sahip bu ayakkabılar neyin nesi diye bir bakayım dedim. Bir de 35 numarası olmasın mı? Hemen üzerine atladım. Bu ayakkabılar bir garip arkadaşlar. Zaten adı üzerinde, anti-shoe. Taban sistemi farklı,bu nedenle dengede kalmak için dik durmanız,yani omurgayı dikleştirmeniz gerekiyor.Tabana basarak yürümeniz gerekiyor. Bu sayede ayakkabılar kaslarınızı çalıştırıyor,doğal bir kondisyon sağlıyor,ve dik durduğunuz için daha iyi oksijen alıyorsunuz. Faydaları saymakla bitmiyor da, haydi dur üzerinde durabilirsen !! Hacıyatmaz gibi hissediyor insan kendini !! Zaten ilk birkaç gün yürümek için 1 saat öneriyorlar. Yoksa bacaklarınızın ağrısından yürüyemezsiniz dediler.Ben ayağıma göre olanı da buldum. Niye almadın diyeceksiniz? Yürümeye başladım. Kadın dedi ki,siz tabanlarınıza basarak yürümüyorsunuz. Baktım doğru söylüyor. Harekete tabandan başlamak gerekiyor ki işe yarasın. Oysa ben tabana az ağırlık veriyorum.Bir ayakkabı ile ,alıştığım yürüyüş yapımı değiştirebilir miydim? Fiyatı da pahalı. 250 avro.Alıp da üç gün sonra olmadı desem içim acıyacak. Bıraktım. Ama aklım kalmadı değil.
DÜNYANIN EN PAHALI PARFUMU-CLIVE CHRISTIAN
14 Haziran 2009 Pazar
CENEVRE
Bu hafta başında Avrupa Parlamentosu seçimlerinin hemen ardından bizi Cenevre'ye gönderdiler.Uluslararası çalışma Örgütü (ILO) konferansı vardı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanı katılıyordu.Hatırlayacaksınız bir önceki ziyaret Başbakanın peşinden ve( Bardaksız otel)de gerçekleşmişti. Bu kez ilk müracaatım oraya oldu ama maalesef yer yoktu. Sadece orası değil,nereye baksam yer yoktu. Konferansta 183 ülkeden 4 bin katılımcı yer alınca ,elde kalan oteller 250 avrodan başlıyordu. Ne yapmalı ,ne etmeli diye düşünürken (Bardaksız otel)e tekrar danışmak aklıma geldi. Durumu anlatıp başka bir yer önermelerini rica ettim. Onlar da Otel Rhodania diye bir yeri önerdiler. Telefonda karşıma çıkan yaşlı kadın ,ne kredi kartı numarası ne soyadı istedi,sadece ismimi not ederek rezervasyon yaptı. İki kez kontrol ettim,yerleri ayırmıştı.Özetle yine nereye gittiğimizi bilmeden yine yola çıktık.Ancak bu kez üç kişi olarak. Kameramanın eşi de geldi.Boş vakitlerimde şehri görmek istediğimden ,onları iş dışında çok az gördüm desem doğru olur.
CENEVRE SOKAKLARI
Bu kez tedbirli gidiyordum. Arkadaşım Nazan geçtiğimiz yıllarda Cenevre'de de yöneticilik yaptığı için şehri tanıyor.Ondan kısa sürede görebileceğim mekanların ve restaurantların isimlerini aldım. Toplantılardan arta kalan zamanlarda kendimi Cenevre sokaklarına attım. Ayaklarım şişene kadar gezdim dolaştım. Malum hava artık 21.00 de karardığı için dış mekanlarda dolaşmak sorun olmadı.Cenevre küçük ve dingin bir kent. Küçük ama özenli. Ne cafcaflı ,ne de soluk. Herşey kıvamında bir görüntüsü var.Terbiyeli bir şıklık içinde diyelim.Zaten öğrendiğim kadarıyla İsviçreliler ,yabancılara iç dünyaları kapalı ,sahip oldukları servetin gösterişini yapmaktan hoşlanmayan insanlarmış.Hatta süper lüks arabalarını da Fransa'ya götürüp sürüyorlarmış.Sokakta hemen hissedilen şey insanların bakımı.Genci yaşlısı temiz ve bakımlı insanlar.Gösterişli ,cafcaflı demiyorum ama belli bir kalite hissediliyor. Hoşuma gitti.
ESKİ ŞEHİR
Bulunduğumuz otel şehrin tam merkezinde bulunduğu için Mont Blanc köprüsünden karşıya geçince kentin en şık caddesine çıkıyorsunuz. Ardı ardına en bilindik,en meşhur markaların sıralandığı sokakta ayrıca alışveriş merkezleri var. Birbirine paralel iki caddeyi geçip yukarı devam ederseniz merdivenler sizi eski şehire çıkartıyor. Dar sokaklar,üçyüz yıllık taş binalar ve minik kafeler sizi karşılıyor.Eski şehirde bir çeşmenin etrafına sıralı kafeler var. Ama asıl keşif köşe bucak bu sokaklarda. Biraz Asmalımesciti,biraz Çukurcumayı andırıyor diyelim.Bir akşam özellikle gidip soğuk bir kadeh beyaz şarap içtim,keyfini çıkardım.
LE RELAIS DE L'ENTRECOTE
Dedim ya bu sefer hazırlıklı gittim diye.İşlerin ve insanların bunalttığı bir akşam kendime güzel bir yemek ziyafeti çektim.Nazan'dan öğrendiğim adresi bulmam zor olmadı. Antrekot isimli bu restorantta sadece antrekot ve salata var.Ve kapısında upuzun bir kuyruk. Nazan, üşenmeden beklememi söylüyordu. Nitekim sıra çabuk geldi.Garson kız beni yerleştirdikten sonra sadece ne içmek istediğimi ve etin nasıl pişirilmesini istediğimi sordu. Devamı kendiliğinden geldi. Önce cevizli bir marul salatası ardından antrekot ve yanında silme patates getiriyorlar. Etler hafif hardallı bir sosla servis yapılıyor. Gerçekten lezzetli. Tam biraz daha olsaydı derken,ikinci fasıl geliyor. Üzerine de enfes tatlılardan birini seçiyorsunuz. Gerçekten çok keyif aldım. Fiyata gelince ucuz değil. Ortamı görmek ve deneyimlemek adına değer diye düşünüyorum.
LA PERLE DU LAC
Konferans ve bakanın temasları nedeniyle 4 gün kaldık. İlk üç gün haber peşinde koşturma ve görüntüleri geçme telaşı ile geçti.Bakanın aslında son gün de programı vardı ama özel program olduğunu söyleyerek, gelmemizi istemedi.Bu sayede etrafı en fazla görme şansını son gün elde ettim.Önce geçen Cenevre işinden tanıştığım NTV muhabiri Çiğdem ile buluştuk. Çiğdem CNBC-E de uzun yıllar program yaptıktan sonra eş durumundan Cenevre'ye taşınmış bir ekonomist. Kafa dengi bir insan. Geleceğimi haber vermiştim.Önce elçinin rezidansındaki resepsiyonda karşılaştık. Sonra da son gün beraber kahve içtik.Sohbet ettik. Daha sonra kendimi Cenevre'nin park ve bahçelerini gezmeye verdim.La Perle du Lac,Birleşmiş milletler binasının olduğu bölgede güzel geniş bir park. İnsanlar yine sereserpe çimlerin üzerinde güneşin tadını çıkartıyor ,ya da göl kenarında yürüyüş yapıyordu. Ben de yürüdüm,arındım,kuş seslerini dinledim. Ruhumu dinlendirdim,çok iyi geldi.Akşam saatlerinde de tekrar Brüksel'e döndük.
GENVAL
TERVUREN PARKI
Bu Belçikalılar Pazar günü nereye gidiyor.Hiç mi insan sokağa çıkmaz diye düşünürken sonunda adres belli oldu. Parka gidiyorlar arkadaşlar. Tabi buradaki park kavramı bizdekilerden bir hayli farklı. Burada uçsuz bucaksız hissi veren parklar var. Şehrin hem içinde hem de dışında. Bu kez tanıdıklarımla şehir dışında olanını gördüm. İsmi Tervuren parkı. Hani size Tervuren Caddesi ve Afrika Müzesine ulaşan rotasından bahsetmiştim. İşte bu kez müzeyi ters köşeden gördüm.Yani park Afrika müzesinin ön kısmından başlıyor.Arabayla gittik. Bisiklete binenler,yürüyüş yapanlar,onlarca yüzlerce insan geniş arazide dolanıyor,güneşleniyor.Buradaki yeni arkadaşlarımdan Nazan ve Halide ,yıllardır uluslararası Amerikan firmalarında üst düzey yönetici olarak çalışan iki başarılı iş kadını. Her ikisi de bu ay Türkiye'ye kesin dönüş yapıyorlar. Bir anlamda gitmeden önce onlarla güzel vakit geçirme günü oldu.Ayrıca bu gezintiyle ,bendeki bisiklet alma fikri de giderek hız kazandı. Yıllardır binmediğim için düşerim diye korkuyorum ama bu geniş parkta düşe kalka kavrarım gibi geliyor. Dur bakalım alıcam sanki..
6 Haziran 2009 Cumartesi
SPA
Belçika'da sevindiğim nadir konulardan biri ,beklemediğim zamanlarda karşıma çıkan dini bayramlar.Bu sayede Pazartesi ya da Cuma'dan tatil yapıp ismine (Uzun haftasonu) diyorlar. Arjantin'de de vardı. Orada vakit benim için aktığından ,konuyu bu derece önemsememiştim. Burada ise bana kalan her fırsatı değerlendirip ,uzaklara gittim.Biraz seyahat ettim. Nereye mi ? Spa 'ya..
SPA'YA YOLCULUK
Spa ismiyle Brüksel'de ilk olarak pet şişe sularda karşılaştım. Buradaki çeşitli markalar içinde bizim damak tadımıza en uygun marka bu. 6 lı pet şişelerde hemen hemen her hafta yüklenip taşıdığım suyun kaynağı da meğer Spa denilen yerde imiş. Yani şu meşhur spa tatillerinin orjinal mekanı burası arkadaşlar.Yüzyıllardır şifalı suları ile insanların derdine derman olmuş.İçinde termal tesislerin olduğunu da okuyunca, trene atlayıp gittim.Spa'ya Verviers üzerinden gidiliyor. 1 saat 20 dakika yol gidip sonra Verviers de 20 dakikalık başka bir trene biniyorsunuz
TERMAL TESİSLER
Tren istasyonundan yaklaşık 5 dakikalık bir yürüyüş sizi kasabanın merkezine getiriyor.Tam karşıda teleferikler sizi tepeye termal tesislere taşıyor.Yine kılavuz kitabımın rehberliğinde elimle koymuş gibi buldum.Termal tesislerde 2 seçenek var,ya 3 saat kalıp 17 avro ya da tüm gün için 27 avro veriyorsunuz. Tesisin içinde gayet şık ,merkezi Paris'te olan,bir güzellik ve masaj merkezi var. Meğer günler öncesinden randevu almak gerekiyormuş. Ben ise tüm şirinliğimle uzun yoldan geldiğimi , durumu bilmediğimi söyledim.İşe yaradı !! Sırt masajı için yer buldular!! Aslında biraz pahalıydı. 40 avroymuş. Özetle önce sırt masajı sonra da 3 saat havuz fişimi alıp içeri girdim.
MASAJ VE TERAPİ ZAMANI
Burada size bir jeton veriyorlar. Jeton eşyalarınızı koyacağınız güvenli dolapların kapağına monte oluyor.Kilitlediğinizde ,ortasında plastik jetonu taşıyan plastikten bir bileziğe sahip oluyorsunuz. Ve tüm gün boyunca bu plastik bileziğiniz size her kapıyı açıyor.Eşyalarımı kilitledikten sonra sırt masajı seansıma yetiştim. Zaten sorunlu olan sırt bölgem için harika oldu. Arada sırada insanın kendine böyle hediyeler vermesi şart arkadaşlar.Neyse yarım saat süren masajın ardından başladım dolaşmaya. Bu güzellik merkezini saymazsak,termal tesiste havuzların dışında hamam ve sauna bölümleri var.Fakat tam tatamatıyla ,yani ılık ve soğuk su havuzları da var. Bir de bu memlekette ,sauna ortamında ,insanlar pek mayo kullanmıyorlar. İnsanları her an çıplak görebiliyorsunuz.Yaşlı başlı kadın erkek farketmeden saunadan karşınıza çıkıveriyorlar. Kimsenin kimseyle ilgilenmediğini söylemeliyim.Biz alışmamışız,önce bir şaşkınlık oluyor tabi.Neyse gelelim etrafı gezerken bulduğum yeni keşfime..
WOODLIGHT VE MUTLULUK VEREN NEGATİF İYONLAR
Sauna bölümünün hemen dışında bir oda dikkatimi çekti. Üzerinde Woodlight ile Rahatlama Odası yazıyordu.Kapıyı açtığımda, burnuma çok çok hafif dinlendirici bir koku,çok hafif çalan su damlaması sesi gibi bir melodi ve kapkaranlık bir oda çıktı. Duvarları tamamen siyah olan odanın tepesinde mor renkli florasan lambalar vardı. Ve mor ışık ,hani bazı diskolardaki gibi ,sadece üzerinizdeki beyaz tonları algıladığı için ,sadece insanların üzerindeki beyaz havlular parlıyordu. İçeridekiler tahta şezlonglarda öylece uzanmıştı. Ben de sessizce içeri süzülüp öyle yaptım. Fakat bir süre sonra kendimi tarif edemeyeceğim kadar rahatlamış ve huzurlu hissettim. Meğer bu oda ,sauna sonrası yapılan bir dinlenme seansıymış. Ve (woodlight)denilen bu ışıktan odaya negatif iyon veriliyormuş. Negatif iyon ağaçların,rüzgarın ,dalgaların taşıdığı ,ürettiği bir akım. Havayı temizliyor , astıma ,başağrısına, yorgunluğa iyi geliyor.Her an hayatımızda olan televizyon , bilgisayar ekranları bu negatif iyonları emdiği için kendimizi gergin ,yorgun,sinirli hissediyoruz. İnanın ne olduğunu bilmeden kaldığım 20 dakika boyunca negatif iyonların faydasını ruhumda birebir hissettim. Hatta bulsam da eve portatif bir oda kursam bile dedim ! (ne kolaycıyız değil mi? çık dağlara bayırlara nefes al değil mi? yok..kolayı nerede ise,biz orada.. haha)
TERMAL HAVUZLAR
Sonra kendimi termal havuzlara bıraktım. Aslında buraya gelirken korkum fazla kalabalık olması ve ortamdan rahatsızlık duymamdı. Ben öyle termal havuz tipi de değilimdir. Yalova termal tesislerine de hayatımda bir kez gidip ,onda da otel odasının küvetini kullanmıştık. Özetle, suya atlayan çocuklardan,bağırıp çağıran insan kalabalıklarından çekindim. Oysa başka bir memlekette olduğumu unutmuşum. Herkes kendi halinde ,kimsenin kimseyle ilgisi olmayan sakin ,dingin, harika bir gün geçirdim. Su terapisi bana çok iyi geldi. Dışarıdaki havuza gitmek için,-saçlarım ıslak ,acaba üşürmüyüm ? diye korktum ama ,meğer dış havuzun suyu daha da sıcakmış.Bayıldım.
INFRARED (ENFRARÜJ) IŞIKLARI
Efendim tam gidecektim ki,bu sefer turuncu florasan ışıkların altında yatan insanlar gözüme çarptı. Yanyana sıralı şezlonglar ve tam tepelerinde lambalar düşünün.Düğmeye basıp florasanı yakıp altına yatıyorsunuz. Ben de öyle yaptım. Bunlar infared(enfrarüj) yani kızıl ötesi ışınlarıymış.Enfrarüj ışınları güneşin doğuşu ve batışı sırasında net olarak görülebilen ışıklardan. İnfraredin (enfrarüjün) tedavi amaçlı olarak kullanımı M.Ö. 300'lü yıllara dayanıyor.Toksinlerin atılmasında faydalı ,ciddi olmayan iltihapların tedavisinde etkili ,sünizit ve selülite de iyi geliyor. Burada ilginç olan, bu coğrafyadaki insanların herşeyi en faydacı şekilde kullanma çabaları. Bu arada ben de hiçbirinden eksik kalmıyorum farkındaysanız.:)) Neyse enfrarüj seansımdan sonra termal tesislere veda ettim.
SPA
SPA kelimesinin kaynağı hakkında rivayet muhtelif. Kelime Latince (Sanitas per aqua) ya da ( Salus Per Aquam) yani Sudan Gelen Sağlık anlamına geliyor .Spa Avrupa'nın en eski şifa merkeziymiş.Zamanla tüm kaplıcaları tanımlayan bir kelime haline geldiğini iddia edenler var.16.yüzyılda yörede bir termal tesis kurulmuş.18. yüzyılda ise burası tüm Avrupa aristokrasisi ve entellektüelleri için uğrak yeri olmuş.Rus çarı 2. Joseph'ten Viktor Hugo'ya kadar pek çok ziyaretçisi olmuş.19. yüzyılda eski şöhretini yitirmiş,ta ki mevcut termal tesisler açılana kadar.
FORMULA 1-GRAND PRIX
Spa son yılllarda Formula 1 tutkunlarının da uğrak yeri . Eylül ayının ortasında Grand Prix yarışları burada yapılıyormuş.Parkura gidip görmek gibi bir merakım olmadı tahmin edersiniz.
DUNYADAKİ ILK CASINO
Spa aynı zamanda dünyadaki ilk casinonun açıldığı yermiş !! Aslında içeri girip bakmak vardı ama termal havuz sonrası bu derece pozitif enerji yüklenmişken ,bir anda yokolup gitmesini istemedim. Oldum olası casinolar bana havasında insan egosu solunan gergin mekanlar hissini verir.Neyse, bendeniz ise, minik gezi trenine binip etrafı gezmeyi tercih ettim. Valonya bölgesindeki bu kasaba etrafında, hem geçmişten kalan varlıklı köşkler ,hem de günümüzde insanların haftasonunu geçirdikleri tatil evleri bulunuyor. Yeşil güzel bir bölge.Kırk dakikalık minik turun ardından dönüş vakti geldi Bu şifalı kasabaya veda edip, kent yaşantıma geri döndüm.
25 Mayıs 2009 Pazartesi
BÜYÜLÜ FOTO
23 Mayıs 2009 Cumartesi
DINANT-ARDENLER'DE BIR TABLO
Dinant ,Belçika'nın doğal güzellikleriyle dillere destan Ardenler bölgesinde yer alıyor.Brüksel'den trenle bir saat kırk dakika mesafede olan Dinant görülmeye değer bir yer.Paris ile Köln arasında önemli bir geçiş noktası olan Dinant,yüzyıllar boyunca konumu nedeniyle uğruna hep savaşılan bir yer olmuş.Tepedeki tarihi kaleye tam 408 merdivenle çıkılıyor !! İsteyenlere teleferik de var. Ancak ben gittiğimde henüz çalışmaya başlamadığından sabah sabah ruhumu teslim ediyordum.Yukarı ulaştığımdaysa manzara eşsizdi.
TEPEDEKİ KALE
Oldukça geniş bir alana yayılan kalenin iç çeperlerinde Dinant'ın tarihsel geçmişinden ayrıntılar anlatılıyor.. Bakır işlemeciliğinde önemli bir merkez olan ve Meuse nehrine bakan Dinant'a ilk köprü 1080 yılında kurulmuş.Köprüye ait kazıklar halen sergileniyor.Kasabanın konumu nedeniyle savaşlar hiç eksik olmamış.Kale her dönem askeri bir üs görevi üstlenmiş.1830 da Belçika'nın bağımsızlığında önemli rol oynamış bir yer.Daha sonra her iki dünya savaşlarında da ağır çatışmalara sahne olmuş.Günümüzde kalenin içinde Ortaçağ'dan kalan zindanlar ve işkence aletlerinden tutun da,1. Dünya savaşında yapılan sığınaklara kadar pek çok tarihi mekan canlandırılıyor.2. Dünya savaşında Almanların kontrolüne geçen kalede 700'e yakın kasabalı öldürülmüş.Dolayısıyla Dinant ,kendi tarihlerini yakından tanımak isteyen Belçikalıların da uğrak yeri.
İLGİNÇLİKLER
Kalede rehberli turlar var ama dillerini anlamadığım için sadece dağıttıkları İngilizce broşürden okuyup kendim gezmeye çalıştım. Bu yüzden de hangi tura dahil olduğum belli olmadı. İşte sığınakların olduğu alanda telefonum çalınca,öndeki turun gittiğini bir anda etraf kararınca farkettim. Özetle tur ilerlemiş,ışıklar üzerime kapanmıştı.Normalde panik de yapabilirsiniz ama gündüz gözüyle orada ilelebet kalacak halim yoktu. El yordamıyla ilerleyim dedim olmadı,cep telefonundan ışık tutayım dedim ama baktım olmayacak.Yaklaşık 5 dakika öylece bekledim. Diyorum ki Belçika'da bir de mahsur kalmadığın eksik kalmıştı. Neyse sonra yeniden sesler gelmeye başladı. Bir sonraki tur yaklaşıyordu.Kendimi seslere yönelttim ve baktım yeni bir grup kapının ağzında bekliyordu.
ORYANTASYON BOZUKLUGU
Neyse ışıklar yanınca sığınaktaki merdivenlerden birkat daha aşağıya indim.ve bir anda durduğum yerde duramaz oldum. Nasıl başım dönüyor,nasıl sallanıyorum anlatamam. bir yandan diyorum ki,demin karanlıkta panik olmadın acaba şimdi mi acısı çıkıyor? Fakat nedense sürekli sağa çekiliyor hissi içinde ayakta duramadım.İlginç olan ise,bu tahta bölümü geçer geçmez ,herşey normale döndü. İşte o zaman şüphelendim. Hiç üşenmeden geri döndüm,baktım yine aynı his..Sanki bir mıknatıs beni duvara doğru çekiyor ve ben de ayakta kalıp direniyordum. Ne oluyor demeden ,arkadaki rehberli grup yetişmişti. Baktım onlara da aynı şey oluyordu. Hatta bakın fotoğraflarını çektim. Fotoğraflar yamuk değil,insanlar öyle duruyor. Sonunda dayanamayıp rehbere sordum. Meğer o bölüm savaşta zarar gören bir sığınakmış. Mekan zarar gördüğü için ,insandaki ortantasyon hissini yokediyormuş. Halen algılayabilmiş değilim. Sanki beyincik zarım zarar görmüş gibi ,dengemi bulamayıp,bir o yana bir bu yana nasıl savrulduğumu düşündükçe,bunu bir bilim adamına mutlaka sormaya karar verdim. Ben o odada ciddi bir merkezkaç kuvveti ile mücadele ettim.Yani sadece algılarımız bizi bu derece yanıltabilir mi??
DİNANT'IN KURABİYELERİ
Kalede turumu tamamladıktan sonra bu kez teleferikle aşağıya indim.Hemen yolun başındaki pastane Dinant'ta yüzyıllık bir kurabiye geleneğini gözler önüne seriyordu. Meğer bu Dinant'ın baskılı kurabiyeleri pek meşhurmuş. Envai çeşit desende yapılan kurabiyelerin özelliği şeker kullanılmaması.Onun yerine bal ile pişiriliyorlarmış.Ben de fotoğraf çektikten sonra merak edip küçük bir paket kurabiye aldım.Ve ilk ısırışımla dişlerim kırılıyor sandım!! Bunlar kurabiye değil betondan yapılmış olmalıydı!! Değil desen çizmek ,neredeyse çivi bile çakabilirsiniz.(haha)Bu derece sert olabilecekleri aklımın ucundan geçmezdi. Ama anladığım kadarıyla uzun süre dayandıları kesin!!
SAKSAFON'UN BABASI
Efendim bu minicik kasabanın özelliklerini saymakla bitmiyor.Meğer burası saksafonu icat eden Adolphe Sax 'ın memleketiymiş. Evinin önünde bir bronz heykeli var,ayrıca sene içinde caz konserleri de düzenleniyormuş.Ben de Sax beyefendiyle bir resim çektirmeyi ihmal etmedim :))
TEKNE TURU VE KANOLAR
Bu günlüğü okuyanlar artık biliyor ki,tekne turu varsa bendeniz kaçırmıyor.Dinant'ta irili ufaklı pekçok tekne turu var. Ancak ben en yaygın ve kısa olanını seçtim.Biraz dolaşmaya vaktim kalsın istedim. Anseremme denilen bir sonraki limana giden, ince, uzun, üzeri cam kaplı tekne Paris'tekileri andırıyordu.Tıkır mıkır nehir kenarından ilerlerken Anden'lerin doğal güzelliklerine ve kıyı şeridindeki evleri zevkle izledik. Hani bizde Boğaz turunda yalılara bakarsınız ya,buralarda da su kenarındaki bu evleri ,malikaneleri seyrediyorsunuz.Zaten insanlar bu bölgeye arabalarıyla gelip iç taraflarda orman ve nehir kenarında haftasonlarını geçiriyorlarmış. İşte bizim yolumuzun sonunda ,nehirin çatallaştığı noktada da karşımıza kanolar çıktı. Ama belki kanolu yüzlerce insan.Meğer Anden'ler kano sporunun merkeziymiş. insanlar doğal güzellikleri ile meşhur bu bölgeye, yürüyüş, bisiklet ,at binme ve kano için geliyormuş.Özetle ben de pek özendim..Tekne turundan sonra biraz da ,ara sokaklara girip,evlere ,dükkanlara baktım. Akşam trenle Brüksel'e dönerken gezimden oldukça memnundum.