14 Kasım 2010 Pazar

uzun bir ara

neredeyse yaklaşık 1 yıldır hiçbir satır yazmıyorum..dönüşüme yakın yeniden başlamaya karar verdim.. bakalım sözümü tutabilecek miyim? :)) görüşmek üzere..

23 Şubat 2010 Salı

YILBASI PAZARLARI-AACHEN

(ARALIK 2009)

Bir başka kültürde yaşamanın en güzel yanı ufkunuzun genişlemesi ,eğer öğrenmeye meraklıysanız tabi.Uzun uzadıya ilk Christmas deneyimimi Güneyyarımkürede geçirdiğimden, parmak arası terlikler kısa kollu tshirtlerle ritüelin boyutunu bu derece kavrayamamıştım. Ama coğrafya Kuzeykutbuna hele Noel babanın memleketine yaklaştıkça, nasıl bir Christmas sektörü olduğuna inanamıyorsunuz. Hemen herbüyük şehirde kurulan X'mas pazarları bunun en önemli kanıtı. O ağaçları süslemek için ardı ardına sıralanan tezgahlarda yüzlerce ürün sizleri bekliyor. İnanın her keseye uygun seçenek var,yeter ki siz almaya niyetlenin.İnsanlar akın akın gelip ağaçları için alışveriş yapıyor. Bana gelince,maalesef heveslensem de ,bir yılbaşı ağacım olamadan gelip geçiyor hersene. Üşengeçlikten sanırım.Bodrum'a bile ağaç aldık,kendi evime almadım.Ağacı olanların evlerine bayılıyorum o ayrı. O nedenle bu yılbaşı öncesinde de adamların pazarlarında amaçsız amaçsız dolaşmak bir anlam ifade etmedi tabi..Fakat yine de en güzel pazarları gördüm mü,gördüm.Yukarıda resmini gördüğünüz Almanya Aachen kentinden. Arkadaşlarım kalabalık bir grup gidiyorlardı,ben de ekibe dahil oldum. Bu coğrafyada en meşhur yılbaşı pazarı kurulan yerlerden biri.Bana yine her tezgah birdiğerinin aynısı geldi.Ağacım yok ki bileyim hangisi farklı :)) İçinde aylak aylak dolaştım. Yakındaki meşhur katedrale gittim , gezdim , fotoğraf çektim. Geriye bu kareler kaldı.

15 Şubat 2010 Pazartesi

PARIS SANAT GEZISI

(Kasım 2009)

En güzeli bu oldu..Onca koşturmanın arasında gaza gelip arkadaşlarımla bir haftasonu Paris'e gittik.Daha önce iş için koştur koştur dolaştığım bu büyülü şehrin sabahını görmek,müzelerinde gezmek ,akşam meşhur Buddha Bar'da yemek yemek keyfimi yerine getirdi..En önemlisi 2 önemli müzeye gittim. D'orsay ve Louvre.Gördüm demek için her ikisine de en az 5 kere gitmem gerekeceği için bir göz attım diyelim :)) Paris'te Saint Germain'de kalınca ,kadınların ne kadar şık,erkeklerin ne kadar dış görünüme önem verdiklerini yakından görme şansım oldu.Cafe de Fleur de sıcak çikolata içerek başladı günümüz. Hemen yanında Les Deux Magots bu şehrin tarihi kafelerinden bir diğeriydi.İlk gün adres D'orsay müzesiydi. Louvre kadar büyük olmasa da en az onun kadar değerli eserleri barındıran bu müzeye bayıldım.Halen orjinal tablo görmeye gözlerim alışık olmadığı için karşılaştığım onca tablonun önünden dakikalarca ayrılamadım. Oradan çıkıp biraz alışveriş ortamına aktık :)) Meşhur La Fayette mağazasını görmeden dönmek olmazdı.. İçinde kaybolmayasınız diye harita verdikleri ilk alışveriş merkezi bu olsa gerek !! Eee..Paris'e gelmişken hevesimi almadan dönmeyeyim dedim.Resimde görülen şapka bu mağazadan alındı.Akşam onca dolaşmanın ardından pes etmedik. Vee açlıktan ölmeden az önce yemek yemeğe Buddha Bar'a gittik. Hani şu her dönem CD lerine rastlaldığımız meşhur Buddha Bar..Oldukça loş bir ortamda,devasa bir Buddha heykelinin etrafına yerleştirilen masalarda güzel müzikler eşliğinde yemek yeniyor. Ucuz değidi ama farklıydı,ve bence görmek güzeldi.Ertesi sabah internetten bulduğum yine meşhur Le Fumoir'de kahvaltı yaptık. Ardından ise Louvre müzesine doğru ilerledik.Ancaaak her ayın ilk pazarı meğer bedava günüymüş.. Bir kuyruk ki görseniz inanamazsınız.Neyse ki arkadaşlarım şehrin müdavimi olduklarından, biz kestirme kapıdan girip,çabuk ilerledik..Birkaç saat içinde en çok neleri görmek istediğime karar verdim.Önce Mona Lisa'yı buldum. Ardından Mısır hazinelerine gittim. Adamlar zaten Mısır'ı neredeyse tümden müzeye taşımış. Bir de (Türkiye Mevsimi) etkinlikleri çerçevesinde İzmir'den Simirnaya diye bir sergi gezdim.Sözleşilen saatte dışarı çıktığımda neredeyse ayaklarımın üzerine basamıyordum..Ama değmişti. sanat dolu,kültür dolu,Paris dolu bir gezi olmuştu..Trene yetişmeden son olarak Notre Dame klisesinin köşesinde soğan çorbalarını da içip Brüksele doğru yola koyulduk. İyi planlanan kısa seyahatler bazen uzun tatillerden daha bile iyi oluyor. Ne dersiniz ?

YENIDEN MERHABA

Nedensiz bir uzun ara verdim yazmaya farkındayım.Pek fazla sözcük biriktiremedim belki de suskunluğum ondandır .Ama yine de anlatacak birkaç yer var tam sizlere göre. Günlüğün kronolojij sırasını bozmamak için eskiden yeniye doğru gidelim,kural bozulmasın.Yeniden merhaba sevgili günlük,özlemişim seni.

19 Ekim 2009 Pazartesi

PARIS YENIDEN

Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı ekibine dahil olarak Paris'teki Türk mevsimi etkinliklerini izledim.Durmadan koşturmayla geçti.Çok yoruldum.Üzerine Brüksel'de ilerleme raporu açıklandı.Neredeyse hersabah 05te kalktım.Gözlerimin altına mor halkalar çöktü .Herşey biryana Paris'i yeniden görmek güzeldi..

5 Ekim 2009 Pazartesi

LEUVEN












Leuven,Brüksel'e trenle 20 dakika mesafede bir üniversite kenti.Benim ziyaretimse tanıdıklar nedeniyle oldu. TRT'den Ziya Bey oğlunun Leuven'de üniversitede okuduğunu söylemişti. Belçika'ya gelince,beni aradılar.Benim Leuven'i hiç görmediğim ortaya çıkınca,Pazar günü beni Leuven'e davet ettiler.Trenle gittim.Hem Leuven'i hem de botanik bahçesini görme şansım oldu. Brüksel'e kıyasla oldukça fazla genç nüfusun olduğu küçük ama sevimli bir kent. Ayrıca Pazar olmasına rağmen tüm dükkanlar açıktı!! Biran için geçici bir şok yaşadım. ama sonradan anlaşıldı ki bu haftasonu için özel bir durum geçerliymiş..Yoksa Brüksel'den şüphe eder hale gelecektim.. :))

BRUKSEL MARATONU

Pazar günü Leuven'e gitmek üzere yola çıktım.Caddenin köşesinden tren istasyonuna gitmek için metroya bineceğim.Baktım bir kalabalık. Meğer Brüksel'de maraton varmış.Minik bir orkestra da koşanlara enerji ve moral veriyordu.Fotoğraf makinası yanımda olunca, hemen bir kaç kare fotoğraf çektim.

NEREDEN NEREYE



Eftaling'den Brüksel dönüşü tren Tilburg'da 45 dakika rötar yaptı. İstasyonda bir lokma yemek yiyecek açık bir lokanta ya da büfe yoktu. Belçika'ya yaklaştıkça dükkanlara saat 18 den sonra kilit vurma hali sirayet ediyor olsa gerek..(haha)Ne yapalım , istasyondan çıkıp , tam karşıda bulunan otelin restaurantını denedik.Saat daha 21.00 civarıydı ama maalesef onun da mutfağı kapalı çıktı.!!Bari gelmişken otelin temiz tuvalete gidelim diyerek ,lobideki tuvalete girdik. Ve koridordaki duvarda bizi bu afiş karşıladı ,iyi mi? Orient Ekspres afişi. Ne alaka anlamadık. İnsanın karşısına nerede ne çıkacağı belli olmuyor. Hemen önünde iki poz fotoğraf çekildik. :))

4 Ekim 2009 Pazar

EFTALING - BIR MASAL DIYARI

Disneyland'a gitmemiş biri olarak bu masal parkından fazlasıyla zevk aldım.Haftasonu Hollanda'da olacağımı duyan arkadaşlarım Evren ve Suat Pazar gününü Eftaling'te geçirmeyi teklif ettiler. Amsterdam'a ve Brüksel'e yaklaşık birbuçuk saat mesafedeki bu eğlence parkına gitmek üzere tam ortada Tilburg denilen şehirde buluştuk.Daha sonra belediye otobüsüyle parka gittik.Ortaçağ masallarını andıran mimarisi ve dev kapısıyla daha girmeden sizi içine çeken bir havası vardı.

TÜRÜNÜN İLK ÖRNEĞİ

Efendim Eftaling dünyadaki eğlence parkları arasında bir ilk.1952 yılında açılmış.Hatta Disneyland'dan tam 2 yıl önce açıldığı için onun da fikir babası olduğu şeklinde rivayetler var. Öyle bile olsa,tabi günümüzde boynuz kulağı fersah fersah geçmiş durumda.Yine de Eftaling ,kendine has bir duruşa sahip. Belki Disneyland gibi görsel ve teknolojik üstünlüğe sahip bir yer değil.Ama çok masalsı bir yer olduğunu söyleyebilirim.Doğal bir park alanı içinde çeşitli köşelerde karşınıza masal kahramanları çıkıyor.Herbiri çocukluğumuzda bildiğimiz kahramanlar. Külkedisi, Rapuntzel, Kırmızı Başlıklı Kız,Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler hepsi orada.Kimi zaman raylar üzerinde bir trenle ,kimi zaman havaya asılı teleferikle aralarında geziyorsunuz. Ya da bir camekanın ardından bu masallar gözlerinizin önünde canlanıyor.Ticaretten uzak ,basit mekanik olarak hareket eden kuklalar sizi alıp çocukluğunuza götürüyor. Hele hava yavaştan kararmaya başlarken ağaçların arasında karşınıza çıkmaları büyüleyici. Ben hepsini çok sevdim.Doğumgünüm için harika bir hediye oldu.Parkı kapanana kadar gezdik. Ne varsa içine girip fotoğraf çektik. Özellikle çocuklara masalları öğretmek için harika bir mekan olduğunu düşünüyorum.Bu arada ,önemli bir yarıntı :parkta sadece giriş ücreti vardı,gezdiğiniz ya da katıldığınız etkinliklere para vermiyorsunuz.

29 Eylül 2009 Salı

DOGUMGUNU GUZERGAHI

(İlk defa bir güzellik yapıp müzik ekleyeyim dedim.Ama maalesef ses montajı yapamadım. Kulaklarınız için üzgünüm :) )

Efendim ;25 Eylül doğumgünümdü.Malum ailem ve arkadaşlardan uzağım.Madem işbaşa düştü,doğumgünümde kendime vereceğim ve en çok seveceğim hediye ne olabilir diye düşündüm. Cevap belliydi. Bir seyahat!! Ancak sanki doğumgünüm süpriz bir gelişmeymişçesine (!) yumurta kapıya dayanıp ,son dakika harekete geçince neredeyse kalacak yer bulamıyordum :)) Neyse efendim,bendeniz Cumartesi sabahı 07.15 trenine binerek hiçbir hazırlık ve harita bilgisi olmadan Amsterdam'a hareket ettim.

KANALLAR KENTİ

Buraya gelmeden çok önce merak ettiğim önemli merkezlerden biri Amsterdam. İlk kez Şubat ayında hatırlayacaksınız uçak düşünce gitmiştim. Ancak sadece havalimanını görüp gelmem de unutulur gibi değildi.Bu kez şeytanın bacağını kırayım diye erkenden yola çıktım. Trenle yolculuk 3 saat sürüyor.Otele eşyaları bırakıp dışarıya çıkmam öğlen saat 12.00 yi buldu. Yarım günde ne görebileceksem kardır diyerek ,kendimi sokaklara attım. Meğer pekçok dükkan saat 18 de kapanmıyormuş ama bunu başlarken bilmiyordum :))Bu nedenle çok kısıtlı zamanda üstünkörü bir gezi yaptım.

VAN GOGH MÜZESİ

İlk hedefim doğruca Van Gogh müzesine gitmek oldu.Senelerdir hayalini kurduğum bu müzeye geldiğime inanamıyordum.Toplam 4 katlı müzenin ilk 2 katı Van Gogh'un eserlerine,diğer katları dönem arkadaşları ve etkilendiği ressamlara ayrılmıştı.Heyecanla kuyrukta adım adım ilerledim.Yıllarca reprodüksiyon posterlerine aşina olduğumuz Van Gogh'un (Ayçiçekleri, Yatak odası )gibi tabloları birkaç metre ötemde duruyordu.Gözlerime inanamadan baktım. Hatta kuyruktan çıkıp geri gidip tekrar tekrar baktım.Farklı renkte farklı kültürde onlarca millettten insanla birlikte ardı ardına dizilip, dünyada konuşulan ortak bir dilin ,sanatın evrenselliğinin tadına vardım.Ruhum beslendi.

SOKAKLAR DÜKKANLAR

Müzeden sonra ,otelden verdikleri harita eşliğinde, kanallar arasında ilerledim.Sokakları kesen onlarca kanalın yanından yürüyerek bu kez Anna Frank müzesine doğru gittim. Hani Nazi işgalinde saklandığı sığınakta küçük kızın tuttuğu acıklı günlüğü hatırlarsınız. İşte o günlüğün yazıldığı ev müze haline getirilmiş. Ancak adrese ulaştığımda ,önündeki kuyruğun ucu bucağı görünmüyordu.Bilet almam bile en az 1 saat sürecekti. Ani bir kararla vazgeçip yaşayan Amsterdam'ın dükkanlarına ve alışveriş merkezine yöneldim. Amsterdam enerjisi yüksek bir şehir.Sokaklarda genç bir nüfus var.Tahmin edrsiniz ki Brüksel'de olmayan onlarca dükkana girdim. Ama onları ,birkaç saat içinde kapanacaklarını düşünerek ,delicesine bir koşturmayla, müthiş bir sürat içinde gezdim.Hiçbirine doğru düzgün bakamadım desem yeridir. Durmadan yürüdüm.(Yürürken de Özlem'le çoraplarımızın delindiği Prag gezimizin kulaklarını çınlattım)

RED LIGHT STREET

Akşam 18'e doğru pilim bitmek üzereydi.Hemen birşeyler yemeliydim.Kendimi bir Arjantin restaurantına attım. Orjinali gibi olmasa da ,yine de leziz bir biftek beni kendime getirdi.Hava kararıyordu ve rota belliydi.Yine minik haritama bakarak bu kez Amsterdam'ın meşhur Red Light Street'ine gittim.Kırmızı Fener Sokağı'nda dünyanın en eski mesleği icra ediliyor.Dar sokaklar içindeki küçük vitrinlerde müşteri bekleyen kadınlar bulunuyor.Açık olan vitrinlerin tepesinde kırmızı sokak lambaları yanıyor.Hertarafta kameraların bulunduğu bu dar sokaklarda kalabalıktan yürümek pek de mümkün değil .Çünkü ortam tam bir panayır alanına dönüşmüş. Samimiyetle söylemeliyim,fazla turistik buldum.Neden derseniz,çoluk,çocuk onlarca insan ,fiilen aslında genelevlerin bulunduğu ve hayat kadınlarının çalıştığı sokaklar arasında bir panayır havasında yürüyorsunuz. Sanki çekirdek çitleyip ,bir insan bahçesini gezer gibi geziniyorsunuz aralarında.Dünyanın hiçbir yerinde sektör bu derece karikatürize olmamıştır diye düşünüyorum.

COFFE SHOPLAR

Red light streetin hemen arka sokaklarında ise hafif uyuşturucuların devlet kontrolünde serbeste satıldığı mekanlar var.Camlarında (No Alcohol) yazan bu dükkanlarda envai çeşit esrar satışı yapılıyor. Ayrıca esrarlı kekler,lolipoplar vitrinleri süslüyor.Alışmayınca,bunları görmek garip geliyor orası kesin. Ama yine herşeyin fazla steril ve fazla kontrol altında olması dikkatinizi çekiyor. Hani şu özgürlükler şehri sloganı biraz reklam kokuyor bana kalırsa.Amsterdam isteyene geçici bir bir kontrol kaybı yaşatan oysa gayet kontrol altında bir şehir gibi.Amsterdam ne Bangkok ,ne de Buenos Aires.Belki ilk gençlik yıllarında olanlar için ilginç bir deneyim olabilir.Gördüğüm kadarıyla şehrin hedef kitlesi de zaten çoğunlukla gençler..

YENİ GÜZERGAH

Bu şehir beni daha çok görselliği ve sanat eserleriyle büyüledi.Kanalları,mimarisi ve pozitif enerjisiyle çok hoşuma gitti.Süper hızlı geçen yarım günün sonunda kendimi yorgunluktan bitmiş bir halde otele attım.Ertesi gün Amsterdam'dan ayrılıp Eftaling eğlence parkına gidecektim :))

24 Eylül 2009 Perşembe

KECI PEYNIRI DEDEKTIFI ISBASINDA

(POULIGNY SAINT PIERRE)

( SAINT MAURE) ( SELLES SUR CHER)


Keçi peyniri üzerine araştırmalarımın süreceğini söylemiştim. Önce internetten Fransada üretilen keçi peyniri isimlerini üşenmeyip bir kağıda yazdım. Sonra bizim evin oradaki peynircinin vitrinine burnumu yapıştırıp,benim listede olanlardan var mı diye baktım.İşte ilk numuneler.Pouligny Saint Pierre,Saint Maure ve Selles sur cher. Ben bu işten pek anlamıyorum ama biraz internete bakınca bulduklarım şunlar:
POULIGNY
19.yüzyılda yapımına başlanmış. Pastörize olmayan sütten yapılıyor.Fransızların Indre bölgesinden.Şekli nedeniyle (Eyfel Kulesi) ya da (Piramit) olarak adlandırılıyor. İçi beyaz yumuşak dokulu.Dış çeperi kaşar peyniri gibi ama üstü tırtıklı beyaz kabuklu ,kokusu ise saman gibi kokuyor.Güçlü keskin bir tadı var.
SAINT MAURE
Touraine bölgesi keçi peynirlerinin başında geliyor.Pouligny'e göre hem daha yumuşak hem daha az tuzlu.Gri mavimsi bir küle bezenmiş gibi ve ortasından bir çubuk geçiyor.Pastörize olmayan sütten yapılıyor.Bekledikçe tadı demleniyormuş.Nasıl anlatılır bilmem,bu krem peynir tadı keskin değil ama tadı hemen dağılmıyor.Bir süre damağınıza sürülmüş gibi izi kalıyor.
SELLES SUR CHER
19.yüzyıldan beri yapılan bir başka peynir.Diğerleri içinde en taze ve tadı en yumuşak olanı.Ağızda hemen dağılıyor.Hani yoğurt yiyince ağızda taze bir serinlik kalır ya.Bu da o hissi veriyor.Kokusu Pouligny gibi olmasa da yine hafif saman gibi.Pastörize olmayan sütten yapılıyor. 150 gram peynir için 1.3 litre süt harcanıyormuş.
Son bir not. Evin oradaki peynirciye kağıttan (Chabichou du Poitou) ismini de gösterdim. Hani şu Les Charentes bölgesine ait pazar günü aldığım meşhur keçi peyniri. adam kağıda baktı (Şu anda yok. Ama isterseniz sizin için Pazartesi getireyim )dedi. iyi mi? Yalandan iki satır internete bakıp ,keçi peyniri gurmesi oldum (haha) !! Araştırmalarım sürecek :))

ARABALI GUN !!

Sen misin burası pek sakin içi geçmiş diyen? Sen misin şehirde hareket yok diyen.Buyrun başıma gelenlere bakın..Kurum aracını kullanabilmek için trafiğe alışmak şart. Burada trafik kuralları da kendileri gibi şahıslarına münhasır.mesela sağdan çıkan herkes haklı. nasıl demeyin öyle!! Arabanın dörtlüleri yanarken bagaj kapısını açık tutmazsanız ceza yazıyorlarmış. Dörtlüler sadece araba bozuk iken yanar diye!! Hergeçen gün yeni bir şey duyuyorum. Neyse ben de iş çıkışları en azından biraz semtlere alışayım diye dün akşam araba ile yola çıktım. Semt olarak tam bilemeyeceğim bir kavşakta kırmızı ışıkta durdum.Tam o anda yan camda kafasında motosiklet kaskı olan bir adam gördüm. '' tak tak tak'' cama vurdu. Ne olduğunu anlamadım. bir yandan da,ışıklarda durdun mu, yerdeki işaretlere baktın mı diye giderken acaba farketmeden adamın motoruna mı sürttüm diye düşündüm. Ben daha ne oldu demeye kalmadan. Yandaki adam bir anda cama daha hızlı vurmaya başladı.!! Halen niye bu kadar sinirli falan diyordum ki..Eliyle camı kırmaya çalıştığını anlamam yaklaşık 10 saniye falan sürdü. Yan koltukta ağzı açık duran çantamı o an farkettim.Dehşet içindeyim. Hava aydınlık. Bir kavşakta duruyorum. Adam ısrarla sert darbeler atarak camımı kırmaya çalışıyor.Ben bu arada biri duysun görsün diye sonuna kadar kornaya basıyorum.Etraftan kimse gelmiyor.İşte o sırada arabanın kapısına hamle etti. O anda bitti diye düşündüm. İstanbulda olsam hemen kilitlediğim kapılar ile hiç ilgilenmemiştim. (Meğer 10 saniye sonra kendiliğinden kilitleniyormuş.bugün yeni öğrendim) Allaha şükür kilitli olduğu için açamadı. Bir kez daha deneyip,sonra az ileride motosiklet üzerinde olduğunu sonradan farkettiğim arkadaşına,(yok bundan iş çıkmadı,boşver) gibi bir el hareketi yapıp koşarak geldiği gibi motora bindi ve gitti..Ben ise ışıkta öylesine kalakaldım..Ve en ilginci, olay boyunca hiçbir hareket göstermeyen çevredeki araçlar ,sonra yanımdan geçerken durup arabanın içinden bana okey,iyisin iyisin diye başparmak hareketi yapıp yanımdan geçtiler.Sonra gerisin geri işyerine döndüm arabayı bıraktım. Akşam eve gelince sinirlerim bozuldu. beklemiyordum,ürktüm ne yalan söyleyeyim.Gece ışıklar açık uyudum.

ARABASIZ GUN-CAR FREE SUNDAY



Ülke 10 milyon ,kent 1 milyon olunca uluslararası haneye insan odaklı yazılacak ne varsa bu ülkede mevcut. Hani çöp ayrıştırmaya ,markete giderken torbanı yanında taşımaya,naylon torba kullanımını en aza indirmeye daha yeni yeni alışırken,buyurun karşımıza arabasız gün çıktı!! Senede bir Pazar günü arabaların kent merkezine girişleri yasak.Sadece ana güzergahlarda toplu taşım araçları çalışıyor.Hem de ücretsiz.Herkes bisikletleriyle ,patenleriyle ana caddelerde tur atıyor. Maksat benzin tüketimini 1 gün de olsa azaltmak ve çevre duyarlılığını geliştirmek.Güzel değil mi? bu vesileyle benim evin yanındaki büyük parktada panayır yeri kurulmuş.Barmenler koşusu varmış. Eşortmanları çekip soluğu parkta aldım.
LES CHARANTES
Efendim,barmenlerin koşusunun sponsoru Fransa'nın Les Charentes bölgesi çıktı. Bu sayede minik bir çadırın içinde benim de biraz olsun gastronomi kültürüm arttı. Önce konyaklardan başlayalım.Meğerse bu bölge kendi üzüm bağlarında ürettikleri yıllanmış konyaklarıyla meşhurmuş. Çadırın içinde yanyana standlarda onlarca küçük işletme konyaklarını pazarlıyordu. Bir hevesle gittim ama bana çok tatlı geldi. Porto şarabı benzeri daha çok tatlı ile yenebilecek türden bir lezzete sahiptiler.5 ve 12 yıllık arasında tercih ediyorsunuz.Alıp sonra çok tatlı diye içmeyeceğim için hiç girişimde bulunmadım.
LES HUITRES DE MARENNES OLÉRON
Gelelim yeni keşiflerime.Çadırın her iki başında yemek reyonları var. Kuyruğun ucu bucağı görünmeyince dikkatimi çekti. Meğer istiridye satıyorlarmış. hani filmlerde gördüğümüz bıçakla açıp içine limon sıkıp hüpletiyorlar ya. Aynen ondan !! bir düşündüm,zaman bu zamandır.Bir daha nerede yiyeceksin. Görsen alıp nasıl temizleyeceksin diye ,yaklaşık 30 saniyelik bir muhakemenin ardından sıraya girdim tabi!! tam yarım saat kuyrukta bekledim inanın. bekledikçe de,herhalde bu çok değerli. Acaba kaç tane alsam diye düşünüyorum. 3-6 ve 12 adet seçenekleri var. her gelen 12 tane alıyor. Sonra çok beğenirim az gelir diye düşünüp ben de 12 tane aldım.Efendim üzeri eciş bücüş kabuklu,bu deniz canlılarını ikiye bölerek size sunuyorlar. İç kısımları ise tertemiz.Önce üzerine birkaç damla limon sıkıp sonra midye içi gibi olan bölümü bıçakla kanırtıp ağzınıza atıyorsunuz.Doğruyu söyleyeyim mi? pek bana göre değil :(( Ne yalan söyleyeyim, biz midye dolmaya falan alışmışız herhalde. Bu pek bir taze, pek bir deniz canlısı geldi :)) yani 6 tanesi bile bana fazla geldi. Bir de 12 tane almışım.Hoş sonuçta hepsinin bitmesi 3 dakika falan sürüyor ama en azından yemedim demeyeceğim.meğer Les Charentes bölgesi dünyadaki en önemli istiridye ihracatçılarından biriymiş. İlgilenenler aşağıdaki sayfaya girip (VIDEOS)bölümünde (HUITRES MARENNES OLERON)bölümünü izleyebilir.
Kaynak:http://www.huitresmarennesoleron.info/FR/HMO-index.asp
LES ESCARGOTS
Malum istiridyeler pek karın doyurmayınca burnum çadırın diğer ucundan gelen kesif tereyağ kokusunu aldı. Acaba o tarafta ne vardı? Diğer uca ulaştığımda nisbeten daha az bir kuyrukla karşılaştım. İnsanlar fırından çıkan minik tepsilerde kürdanla bir şey yiyorlardı.Biraz yaklaşınca bunların tereyağında pişmiş salyangoz olduklarını gördüm. İşte bendeki düşünme süreci yine başladı. Bir yandan merak,bir yandan yesem mi yemesem mi durumları. Sonra karar verip sıraya girdim. Hiç bir beklentim olmadan tadına baktım.Doğruyu söyleyeyim mi? Ben gerçekten çok başarılı buldum. Belki diyorum beni tereyağ ve maydanoz iklisinin dayanılmaz cazibesi etkiledi ama samimiyetle,kalamar benzeri bir lezzeti var. Denedim,görmüş oldum.
POITOU CHARENTES
Efendim,bu Les Charentes bölgesi meğer ne bereketliymiş!! Anlaşılan bizim Sapanca Maşukiye benzeri bir kıvamda. Çadırın bir diğer köşesinde de bölgede üretilen keçi peynirleri satılıyordu. Bu bölge keçi peyniri konusunda hatırı sayılır bir yermiş. Ben de fırsatı kaçırmadım. Zaten burada beyaz peynir bulmak pek mümkün olmuyor. Bu coğrafyada kahvaltıda daha çok croissant , reçel ve kahve var.Buralarda peynir ,ya yemek sonrasında ve tatlı öncesi yeniyor ya da özel olarak şarapla tercih ediliyor.Aslında bir yerden keçi peynirine kendimi alıştırmayı hedefliyordum. Gün bu gündür diyerek keçi peyniri aldım.Bölgenin en önemli peyniri (Chabichou du Poitou). Gayet keskin ,biraz tulum peyniri kıvamında bir lezzet. Eve gelince internetten bölgedeki keçi peyniri çeşitlerine baktım. Bu peynir konusundaki araştırmalarım sürecektir efendim.
BARMEN YARIŞI
Günün sonunda barmenlerin yarışı da geldi çattı. Profesyonel barmenler kadar amatörler de yarışmadaydı. Ellerindeki tepsilerle parkı 3 kez dolaştılar.Sonuçta kazanandan çok, herşeye rağmen yarışı bırakmayan ve sonuncu olan yaşlı teyze alkışlandı.İzlemesi çok zevkliydi. :))

20 Eylül 2009 Pazar

İŞBAŞI

Çok uzun süredir yazamadım,haklısınız.Brüksel'e geri döneli bugün tam 2 hafta oldu.Annemin ameliyatı ve sonrasında geçen sürede İstanbul koşuşturmayla geçti. Birçok dostumla görüştüm ancak doyasıya değil de tadımlık oldu.Hemen hemen hergün evin tek mobil elemanı olduğum için eksiklerin peşinde koşmakla geçti. Şikayetçi değilim. Böyle olacağı varmış.Hayat aile ve sevdiklerimizle anlamlanıyor ve sağlık olmadan gerisi boş. Özetle yaşam bunları dönüp dönüp bize hatırlatıyor.Öyle oldu.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

BU ŞEHİRDE

İstanbul'dayım.Annem ameliyat oldu.Doktor iyi geçtiğini söylüyor. 3 ay evde fazla hareket etmeden durması gerekiyor.Pansuman ve ilaçlar devam ediyor.Herşeyin iyi gitmesini diliyoruz.Yoruldum ama burada olmak bir yandan da iyi geldi.Evde internet kesik.Bilgisayarın pili daha 2 yıl olmadan bitti ve ben elimde laptop bazen bir kafeye gidiyorum.Şu anda yaptığım gibi elektrik fişi olan içerideki bir masaya oturup bir süre kendimle başbaşa kalıyorum.Bu şehirde olmaktan huzurluyum.Farkındalıklarım arttı.Her yeni mekan size elinizdekileri bir kez daha gözden geçirme fırsatı veriyor.Geçenlerde bir arkadaşımla konuşuyorduk.Aslında biz Türk'lere en büyük hizmet onları otobüslere doldurup yurtdışını göstermek olacak dedi. Çok haklı. Elimizdekilerin eksik olduğuna olan o garip inanç ,sonsuz bir kendini beğenmeme ve özenme hissini beraberinde getiriyor.Neyi özeneceğimizi ve neye sahip olduğumuzu bilmeden.Genç nüfus ise güvensiz ve bilimden bir o kadar kopuk.Benimse ,burada öylece durmak hoşuma gidiyor İstanbul'da..Balkonda kitap okumak,hiçbirşey yapmamak hoşuma gidiyor.Bu şehri seviyorum.

2 Ağustos 2009 Pazar

BRUKSEL'DEN..BIR YIL BITTI..











Artık biraz tatil yapma zamanı geldi. Bekle beni İstanbul :))

29 Temmuz 2009 Çarşamba

LILLE (FRANSA)





Kime sorsanız--'aa Brüksel'mi? Heryere yakın'diyor ya.Gerçekten öyle.Ben Lille ismini duyuyordum ama Brüksel'e bu derece yakın olabileceğini hiç düşünmemiştim.Artık biliyorum. Tren süresi sadece 35 dakika.Nasıl şaka gibi değil mi? Elçilikten arkadaşım İlknur haftasonu gidelim dedi. Biz de sanki Metrocity'e gider gibi atlayıp Lille'e gittik.
LILLE
İsmi güzel bu şehir ,Fransa'nın kuzeyinde 1 milyon nüfuslu bir yerleşim alanı.General Charles de Gaulle'ün memleketi .Brükselliler için önemi ise bir alışveriş merkezi olması.Hem seçeneklerin fazlalığı hem de fiyatların nisbeten ucuzluğu insanları alışveriş için Lille kentine getiriyor.Biz de öyle yaptık.Lille küçücük bir yer.Yürüyerek şehir merkezine inmek 5 dakika sürüyor.Tarihi binaları kesen sokaklarda dizi dizi dükkanlar var.Herşeyden önce Brüksel'in donuk enerjisinden sonra alışveriş yapan insanları,masaları dışarıya taşan restaurantları ve yaşam enerjisini görmek insana iyi geliyor.Önce alışveriş yapıp sonra da sokakta bir cafe yada restaurantta soluklanmak için ideal bir yer.
GİZLİ YEDİLER
Günün süprizini ise seyahatin en başında bulduk. Tarihi bir yapının iç avlusunda eski kitap tezgahları kurulmuştu.Atmosferin büyüsünden içeri girip ,anlamasak da Fransızca kitaplar arasında dolandık.Tam çıkarken bir köşede bir de ne görelim ?? Enid Bylton'dan (Gizli Yediler)Gizli Yediler ve Afacan Beşler serisi bizim jenerasyonun başucu kitaplarıdır. Öyle güzeldi ki okuyup okuyup uygulardık.Az mı babamın dolmakalemlerine portakal suyu doldurup bir kağıda yazı yazmış sonra da o kağıdı ütüleyip yazdığımız gizli mesajları okumuştuk (haha )Yıllar geçmiş,tanesi 2 avroya bir kutuya atılmış duruyorlardı işte.Kaçırmadık aldık birer tane. Okuyacağımdan değil ama çocukluğumun izlerini taşıdığından kıymeti çok büyük.
GELİNCİK SİRKESİ
Bir diğer keşfim ise gelincik sirkesi oldu.Zeytinyağı satan dükkanın önünden geçerken minik şişedeki çingene pembesi sıvı gözümü aldı.Meğer gelincik çiçeği sirkesiymiş.(Le Coquelicot)Hemen aldım. Kokulu çok hoş bir lezzeti var. Salatalar ve haşlanmış sebzeler için değişik bir seçenek. Böylece yeni bir şey öğrendik.Tren saatine kadar ise istasyonun tam karşısındaki büyük alışveriş merkezinde vakit geçirdik.Özetle Lille hem alışveriş yapılacak ve hem de nefes alınacak bir yer.Ve en önemlisi Brüksel'e çok yakın.Bu seyahat bana başka bir ülke ya da başka bir şehir değil de sanki başka bir semte gittim de sonra eve döndüm gibi geldi.:))

28 Haziran 2009 Pazar

ÇiKOLATA RENKLi SANATÇI ÖLDÜ MÜ?


YILLARIN BİLANÇOSU
Bu aslında çok yıllar öncesine gittiğiniz ,o toy tecrübesiz halinizle dokunduğunuz,öpüşmeyi bilmeden öptüğünüz ilk gözağrısı sevdiğinizin yıllar sonra bir gün ölüm haberini almak gibi birşey. Yıllar geçmiş toyluğunuz üzerine artık çelikten bir kasa kaplamışsınızdır ama ,derinde o ilk deneyimlerin izleri yine de saklı kalır.O yüzden yıllar geçse de çocukluk arkadaşlarınızı, ilk sevdalarınızı ve ilk kayıplarınızı unutamazsınız.Sanırım Michael Jackson da benim jenerasyonum için ciddi bir kayıp oldu. Yazlıklarda akşam yemekten sonra ,sitelerin meydanlarında çocuklar toplaşıp sosyalleşmeye çalışırdı. İşte ilk heyecanların duyulduğu o yıllarda ,birbirine dondurma ısmarlamak,langırtta birbirini yenmek gibi flört numaraları vardı. İşte o dondurma aldığınız çay bahçesinde mutlaka onun parçasına denk gelirdiniz.Çay bahçesinde televizyonda (Kuruntu ailesi) oynardı.Ya da ailecek çıkılan akşam gezintilerinde , kuruyemişçinin ya da mısırcının küçük radyosunda onun bir parçası çalardı. O ailemizin çikolata renkli sanatçıydı.Ne kadın ne erkek,üçüncü nesil kabul edilir,uzaylı diye dalga geçilirdi. E.T'nin yanına en çok yakışan dünyalı oydu. O aslında biraz da Peter Pan'ımız, büyümeyen yanımızdı.Ölümüyle galiba ergenlik yıllarımın yakın bir tanığını kaybettim.

ZAMAN TÜNELİ
Eskiden karışık kaset doldurtma diye bir kavram vardı.1980 lerin ikinci yarısında kasetçi /plakçı denilen ve genelde pasajların dipte bir köşesinde dönemin rock ve blues plaklarının raflarda dizi dizi sıralandığı karanlık küçük dükkanlarda doldurulmuş kasetler satılırdı.Aslında kasetlerin içinde en fazla 2 şarkıyı bilirdik.Çoğunlukla ya bir reklam müziğinde duyduğumuz şarkıyı ya da İzzet Öz'ün (Teleskop) programında izlediklerimizi arardık. Chris de Burg'u bir kumaş-yün reklamı ile hayatımıza sokan Sinan Çetin reklamını unutmak ne mümkün.Mesela onu (The Traveller) ismiyle değil ;'' Aksu reklamındaki müzik ''diye aramıştık :)) İşte o günlere denk gelir çikolata renkli sanatçıyla tanışmam.Hatta dün gibi aklımda..

BILLY JEAN ,BEAT IT,THRILLER
1983 yılında bir okul pikniğini hatırlıyorum. Ailemin hediye ettiği Sanyo marka iri kahverengi kılıflı walk-man 'imde Billy Jean şarkısını dinlemiştim.Kaset yine doldurma yabancı parçalardan oluşuyordu.Sonra şarkı o kadar meşhur olmuştu ki ;benim nazarımda o kaset bir hayli kıymete binmişti.Sonra işi biraz derinleştirip Thriller albümünü edindik.Herkes Michael Jackson'u konuşur olmuştu.Ama düşünsenize (Wanna be starting something) (Beat it) (Billy Jean)(The Girl is Mine) hepsi aynı albümde.Çoğumuz ev partilerinde toplanır klipte izlediğimiz dansları yapmaya çalışırdık. Özellikle Thriller'da mezardan çıkan zombilerin el hareketlerini taklit etmek ayrı bir uzmanlık alanıydı. :)) Albüm 1984 yılında toplam 7 ödül alarak rekora imza atmıştı.Şimdi düşünüyorum da,bahsettiğim ihtilalin hemen sonrası yıllarda kendi küçük dünyalarımızda başka dünyalara sığındık.Çünkü biz daha 14 yaşında heyecan,umut ve hayalleri olan ama belirsizliğin hüküm sürdüğü bir dönemin suskun nesliydik.Belki o yüzden Beat It (Yen Onu) dedik. Neyi yeneceğimizi kestiremeden.

ÇİKOLATA RENKLİ SANATÇI
Çocuğunu kolejde okutan orta gelirli aileler iyi bilir. Kendileri zor şartlarda yetişen ebeveynler umut bağladıkları evlatlarının dil öğrenip kendilerini geçmeleri hayali ile ,yüklü okul taksitlerinin altında ezilirler.Bir taraftan da hayatta farklı pencerelerin varlığı aşılanan bu çocuklarla iletişimi kopartmamak gerekir. İşte o dönem aileler de yakından tanıdı Michael Jackson'u.Pazar kahvaltılarında ışıltılı kostümü,pullu eldiveni simli çorapları sohbet konusu olurdu.Özellikle de Sezen Cumhur Önal'ın (Müzik Yelpazesi) programındaki anonslarla ünü Türkiye coğrafyasına yayıldı.Artık 7 den 77 ye ev ahalisi onu tanıyordu.''Duygulu sesi,kıvrak dansları ile şimdi de karşınızda çikolata renki sanatçı Michael Jackson geliyor' :)) Bir de Pazarları Cenk Koray'ın programında taklitleri çok yapılırdı.Hiçbirini beğenmez, kimse onun gibi ay yürüyüşü yapamıyor diye gülüşürdük.

BAD ALBÜMÜ
Aradan birkaç yıl geçti.Onu Duran Duran,Madonna ile aldatmaya başladığımız yıllardı. Ve karşımıza bu kez Bad albümü ile çıktı.You know I am bad, I am bad,really really bad.Aynı albümden (Dirty Diana) klibini hatırlıyorum. Orada rüzgarla gömleğinin arkaya savrulduğu müthiş bir sahne vardır.Tüm bu klipler, önce Ömer Karacan'ın hazırladığı müzik programlarından Betamax videolarımıza kaydedilir,sonra defalarca başa alınıp izlenirdi.Onunla ilgili hemen herşey gazetelerde haber oluyordu. Tipini değiştirmeye başlamıştı. Beyazlaşmaya çalıştığını,oksijen kapsülünde yattığını konuşurduk aramızda.Sonra kocaman bir hayvanat bahçesi bulunan Neverland'e taşınmıştı..Artık kendi platonik aşklarımız gündemin ilk sıralarını teşkil etse de,onun posteri hep duvarlarımızın bir köşesinde asılı durdu. O baştan sona ergenliğimize tanıklık ediyordu.

BLACK AND WHITE
Sonra kendi yolumuza savrulduk. Michael Jackson ;küçük kardeşlerimizin apartman önlerinde ay yürüyüşü takliti yaptığı bir adam olarak anılmaya başladı. Ta ki karşımıza Dangerous albümüyle çıkana kadar. Televizyonculuğa biraz ilgisi olanlar Black and White klibinin sonunda değişen suratların ne büyük fırtınalar koparttığını iyi hatırlayacak. O hep bunu yapıyordu. Her dönem farklı,yeni ve her yönden alışılmadık yüzüyle karşımıza çıkıp ezberlerimizi bozuyordu. Michael Jackson eskimiyordu. Popülerliğin adı kim ne derse desin hep o oluyordu. Bu kez toplumsal sorunlara eğilen şarkılarla karşımıza çıkmıştı.Ancak ,doğrusu eskisi kadar ilgimi çekmiyordu. Biz büyüyorduk,o ise halen Neverland 'de kalıyordu.

THEY DON'T CARE ABOUT US
Onunla son flörtüm (They don't care about us )klibi döneminde oldu.Artık çalışma hayatına başlamış,biraz da ergenlikten mümkün olduğunca uzaklaşmaya kodlanarak,bunu çağrıştıran anıları da kutulara koyup üstlerini kapatmış gibiydim. Ta ki eski aile dostumuz Michael ,yine bambaşka,yine müthiş ritmlerle karşımıza çıkana değin. Üstüne üstelik aileye Elvis Presley'in kızını da gelin getirmişti. Dolayısıyla sayesinde yine ailede farklı nesiller ortak sohbet konularında kesişti,Pazar kahvaltılarımız şenlendi.
SONRAKİ KAYIP YILLAR
Sonraki yıllarda hayatımdan tamamen çıktı. . Hele çocuk tacizi olayı ile gündeme geldiğinde ,onu artık ilgimi tamamen yitirdiğimi söylemeliyim. Büyümek istemeyen bir Peter Pan olarak kalması kabul edilebilirdi ama Peter Pan kılığında bir sapıksa eğer,hayatımızda yeri olamamalıydı artık. İşte bunca yaşanmışlığa rağmen,onu iteleyip ,mümkünse en uzak köşelerdeki anıların arasına yerleştirdik.Üzerine de çelik bir kapı örttük. Yaşamasına rağmen aslında anılarımızda çoktan gömmüştük onu.Ta ki geçen hafta ölüm haberini alana kadar. İşte o zaman gerçeklerle yüzleştik.Uzun süredir cildinde vitiligo,lupus ve kanser tedavisi gördüğünü,borç batağında yüzdüğünü ve eğer başarmış olsa bir ay içinde Londrada yeniden sahneye çıkmayı planladığını öğrendik. Garip bir hüzünle Peter Panı yeniden hatırladık.Zaten o hiç buralara ait olmamıştı .Belki de artık Neverland'ine ulaşmıştır.

16 Haziran 2009 Salı

LUKSEMBURG









Lüksemburg'a gideceğimizi 2 gün önce haftasonu öğrendik. Dışişleri bakanı bir çalışma yemeğine katılacaktı. Yer bulma tren bileti almak gibi tüm işlemleri Pazartesi öğlene kadar halledip yola çıktık. Peki sonuç ne oldu? Basına kapalı çıktı !! Ve bunu biz yola çıktıktan sonra haber verdiler.En acıklısı da gece tren olmadığı için otele 1 gecelik paraları da vermiş olduk!! Tam otele geri dönmüştük ki ajans muhabiri aradı. Meğer onlar arabayla dönüyorlarmış. Zaten biran evvel dönmek isteyen kameraman onlarla döndü,ben ise madem otel parasını da verdim diyerek gece kaldım. Ve ertesi sabah trenle döndüm. Bu sayede sabah erkenden kalkıp 3 saat boyunca ne kadar görebilirsem Lüksemburg'u görmeye çalıştım. Lüksemburg dünyada bagimsiz olarak varligini surduren ve Dükalık sistemiyle yönetilen tek devlet.Ayrıca kişi başına düşen milli gelirle de dünyada ilk sırada yer alıyor. (2008 tahmini tam 117 bin 231 dolar $ ) Nüfusu ise sadece 455 bin kişi.



Otel hemen tren garının karşısındaydı.Fazla eşyaları emanate bırakıp şehir merkezinde hemen(hop in hop out ) otobüsleri buldum.Kısa süreli gezinin en akıllıca yolu buydu!. Malum Anvers'ten tecrübe kazanmıştık.Efendim yaklaşık yarım saat boyunca Lüksemburg'un hem tarihi şehrini ,hem de günümüzün finans merkezi olan modern binalarını gördüm. Gökdelenler gözünüzün önüne gelmesin.En fazla 5 -6 katlı enine uzun binalar. Terbiyeli zenginlik duruşu burada da hüküm sürüyor anlayacağınız.Modern taraf hiç ama hiç ilgimi çekmedi. Ayrıca çoğu cam ve çelik konstrüksiyon binaların önünde dakikalarca durup mimarlarını öğrenmek de cazip gelmedi. Çünkü ruhsuz , soğuk , legodan yapılmışa benzer binalardı. Aslında dünyanın en zengin yatırım bankaları bölgesinde dolaşıyordum ama sonuçta bina işte ! Bu sırada ilgimi çeken çevreye serpiştirilen tek tük heykeller oldu. Bulundukları ortamdan tamamen kopuk ,alakasız görünen,çoğu soyut bu sanat eserlerine de belli ki ayrı önem veriyorlar.Ancak penceresiz ,enerjiden yoksun ,bu finans merkezlerinin önüne sanki tesadüfen atılmış gibi olmuşlar.Aksine benim gözüme battılar.Neyse bu sayede Lüksemburg'un eskiden tarla olan ama giderek gelişen modernleşen arazilerini görmüş olduk. Bölgenin adı Kirchberg Plateau.Ama benim gönlüm eski tarafta kaldı. Yarım saatlik tur bitince inmedim ve daha önce gözüme kestirdiğim durağa tekrar gittim.Bu durak beni yeraltı mahzenlerine götürecekti :))


Şöyle anlatayım.Klastrofobisi olanların kesinlikle uzak durması gereken bir alan!! İspanya işgali altındayken inşaa edilen, Kazamat denen bu alan ,şehrin savunmasında kullanılacak silahların ve askerlerin barınması için ayrılmış. Dehlizlerde önce Alzette ve Petrusse nehirlerine bakan dökme topları görüyorsunuz. Sonra, daracık merdivenlerden 39 metre aşağıya iniyorsunuz .Ölçtüm, merdivenlerin kimi yerde boyu üç buçuk , eni bir buçuk karıştı o kadar..


Döne döne aşağıya iniyorsunuz. Aman nasıl gizemli , aman nasıl heyecanlı. :)) Bayıldım. Sanki yüzyıllar önce bir kulede hapsolmuş ,yolunu bulmaya çalışan bir keşişin ruhu içinize siniyor!! Aynı zamanda ,ya yolu bulamazsam ,diye endişeye kapılıp bu kez ,labirentte sıkışmış bir fare gibi de hissedebiliyorsunuz kendinizi.. İnsan beyni işte ,ne düşüneceği belli olmuyor !! Çocukken fazla Gizli Yediler,Afacan Beşler okuyunca böyle oluyor.:))
(haha)


Yeryüzüne çıkınca ,eski şehrin taş sokaklarında dolaştım bir süre. Lüksemburg'un bir vadide yükseliyor.
Bu nedenle kaleler,kuleler vadinin tepesinde olsa da, bazı yerleşim yerleri kıvrıla kıvrıla inen yemyeşil vadinin alt tarafında yer alıyor. Nehre bakıyorlar. Bu nedenle görünenden fazlasını içinde tutan,ketum,çekingen bir hali var Lüksemburg'un. Eski şehir öylesine tenha ve dingin ki..Sanki bir üniversite kampüsünde gezermiş gibi geziyor insan sokaklarını.Tarihi ama steril bir atmosfer.Krem ya da pastel renge boyalı binaların çoğu üç yüzyıllık.Ben vadiye kıvrılarak inen merdivenleri sevdim.Aklıma Robin Hood filmleri geldi. Birden karşınıza ,ok keseleri sırtında ,deri çizmeleri ,pırtık bermuda pantalonlarıyla birkaç asker çıkacak sanki.Oysa vadiye bakan köşelerde daha çok dingin manzarayı seyreden yaşlı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Eski şehirdeki büyük katedrale de uğradım. İsmi Notre Dame Katedrali. Neyse katedrale baktıktan sonra , önüme çıkan birkaç kitapçıya da girdim..Hatta birinde eski İstanbul gravürleri satılıyordu. Keyifle inceledim.
Lüksemburg 'daki meşhur mağazaların bulunduğu caddeyi bir gece önce görmüştüm. Malum akşam Dışişleri bakanını beklerken,hızlıca birşeyler atıştırmak için Place D'Armes meydanına gelmiştim. Meydanda çok az insan olmasına rağmen kent orkestrası çalıyordu. Küçük yuvarlak bir alan ve yanyana restaurantlar var. Onu çevreleyen yollarda ise bildiğimiz markaların dükkanları sıralanıyordu.Daha çok Ankara 'yı hatırlattı bana.Özetle bir gece önce gördüğüm için,dükkan tarafına sabah hiç bakmadım. Artık gitme vakti gelmişti.Tren saatini kaçırmamam gerekiyordu. Son kez ,Alfonse köprüsünden geçtim. Oradan Avenue de Liberte üzerinden Gar meydanına ulaştım.Hızlı adımlarla önce otele gidip emanetten eşyalarımı aldım ,sonra da karşıya geçip trenle gerisin geri Brüksel'e döndüm.
Not: Yola çıkarken ,hiç fırsatım olmayacağını düşünerek,yanıma fotoğraf makinamı almamıştım. Resimler internetten efendim.










UNUTMADAN PAYLASAYIM..

THE ANTI-SHOE
Seyahatlerin en sevdiğim yönü ,yeni ve bilmediğim şeyleri göstermesi.Biraz da keşfetmenin heyecanı.Eğer geriye dönüp de hatırlamak istiyorsanız,bir kenara not almakta fayda var. Bu nedenle unutmadan Cenevre'den kalan 3 küçük notu günlüğe eklemek istedim. İlki yukarı gördüğünüz ayakkabılar. Tesadüfen dar bir yokuştan aşağıya doğru inerken soldaki vitrin dikkatimi çekti. farklı tabana sahip bu ayakkabılar neyin nesi diye bir bakayım dedim. Bir de 35 numarası olmasın mı? Hemen üzerine atladım. Bu ayakkabılar bir garip arkadaşlar. Zaten adı üzerinde, anti-shoe. Taban sistemi farklı,bu nedenle dengede kalmak için dik durmanız,yani omurgayı dikleştirmeniz gerekiyor.Tabana basarak yürümeniz gerekiyor. Bu sayede ayakkabılar kaslarınızı çalıştırıyor,doğal bir kondisyon sağlıyor,ve dik durduğunuz için daha iyi oksijen alıyorsunuz. Faydaları saymakla bitmiyor da, haydi dur üzerinde durabilirsen !! Hacıyatmaz gibi hissediyor insan kendini !! Zaten ilk birkaç gün yürümek için 1 saat öneriyorlar. Yoksa bacaklarınızın ağrısından yürüyemezsiniz dediler.Ben ayağıma göre olanı da buldum. Niye almadın diyeceksiniz? Yürümeye başladım. Kadın dedi ki,siz tabanlarınıza basarak yürümüyorsunuz. Baktım doğru söylüyor. Harekete tabandan başlamak gerekiyor ki işe yarasın. Oysa ben tabana az ağırlık veriyorum.Bir ayakkabı ile ,alıştığım yürüyüş yapımı değiştirebilir miydim? Fiyatı da pahalı. 250 avro.Alıp da üç gün sonra olmadı desem içim acıyacak. Bıraktım. Ama aklım kalmadı değil.

DÜNYANIN EN PAHALI PARFUMU-CLIVE CHRISTIAN






Gelelim ikinci keşfime. Ben keşfetmişim ne olacak ,zaten 10 yıldır bilen biliyordur. Yukarıda gördüğünüz (Dünyanın En Pahalı Parfümü) arkadaşlar. Ben demiyorum. Zaten kendisi kutunun üzerinde söylüyor. Markası Clive Christian. Bu coğrafyada butik parfümcüler pek moda. Gözüm onlarda ama içeri girsem ,neye bakacağım onu bilmiyorum,yanıma gelseler ne diyeceğim diye erteliyordum.Kısmet Cenevre'yeymiş. İçeri girip kokulara bakmak istediğimi söyledim. Satıcı kadın da ne tür kokuları sevdiğimi sordu. Son kullandığım Gucci Flora marka parfümü çıkardım,bir kağıda sıktı. Dükkandaki 3 kadın vardı,hepsi kokladılar. Ben de merakla onlara bakıyorum. Sonra bana 3 ayrı koku önerdiler. Biri dışında pek içime sinmedi ama bu sırada gözüm arkada duran şişelere ilişti. Meğer bu bölümde dünyanın en pahalı parfümü satılıyormuş. Fiyatları 400 avrodan başlıyor ve binlerce avroya doğru yükseliyordu. Tabi bu kez bir merak beni sardı. Niye bu kadar pahalı? Özelliği ne?Alıcı oluyor mu? Kadını meraklı sorularımla bunalttım.:)) Özetle,bunlar çok meşhur bir tasarımcının ismini verdiği parfümler. Çok çok özel karışımlardan elde edildikleri için hem çok pahalı ,hem de çok kalıcılar. Mesela içinde,senede sadece 3 hafta açan bir çiçeğin yapraklarının kristalize edilmiş hali bulunuyormuş. Sonra bunca ilgilendiğimi görünce,(X) isimli parfümden bir kağıda sıkarak bana uzattı.Kağıdı çantamın minik cebine koydum, inanın günlerce kokusu gitmedi.:))
KOLUMU ÇİMDİKLEYEN KADIN
Seyahatlerin bir diğer önemli yanı da ,size kalanlar.Cenevre'den ayrılmadan kalan son saatimde otelin yanındaki alışveriş merkezine girdim. En üst katında kırtasiye kitap bölümünde dolanırken ,bir köşede açımı beceremedim. Fotoğraf makinam yandaki kadına hafif çarptı. Ancak ben de o anda köşeyi dönmüş oldum. Çok hafif ve istemsiz olduğu için de,tekrar dönüp kusura bakmayın da demedim.Meğer ne yanlış yapmışım!!İşte tam o anda o kişinin arkamdan bağırarak ,bana doğru geldiğini ve beni ittiğini gördüm. Ne olduğumu anlamaya çalışırken, karşımda kızgın suratlı ,orta yaşlı ama zihinsel özürlü olduğu belli olan kadınla yüzyüze geldim. Ne oluyor diye şaşkın baktığım için, daha da kızdı, ve bu kez hırıltılı garip bir ses çıkartarak kolumu çimdikleyiverdi !! Şok içindeyim!! Kalakaldım..Bir yandan da ne diyeceksin ??Aslında o bana kendince cezasını veriyordu.İstemeden olmuştu ama ,sen misin çarpıp giden,al bakalım deyip beni çimdiklemişti işte..Gayet adildi :)) Bana susmaktan başka ne düşebilirdi. Yanımdan hızla uzaklaştı.Ama beklemiyordum, inanın ödüm koptu.Allahın sopası yok :))

14 Haziran 2009 Pazar

CENEVRE

Bu hafta başında Avrupa Parlamentosu seçimlerinin hemen ardından bizi Cenevre'ye gönderdiler.Uluslararası çalışma Örgütü (ILO) konferansı vardı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanı katılıyordu.Hatırlayacaksınız bir önceki ziyaret Başbakanın peşinden ve( Bardaksız otel)de gerçekleşmişti. Bu kez ilk müracaatım oraya oldu ama maalesef yer yoktu. Sadece orası değil,nereye baksam yer yoktu. Konferansta 183 ülkeden 4 bin katılımcı yer alınca ,elde kalan oteller 250 avrodan başlıyordu. Ne yapmalı ,ne etmeli diye düşünürken (Bardaksız otel)e tekrar danışmak aklıma geldi. Durumu anlatıp başka bir yer önermelerini rica ettim. Onlar da Otel Rhodania diye bir yeri önerdiler. Telefonda karşıma çıkan yaşlı kadın ,ne kredi kartı numarası ne soyadı istedi,sadece ismimi not ederek rezervasyon yaptı. İki kez kontrol ettim,yerleri ayırmıştı.Özetle yine nereye gittiğimizi bilmeden yine yola çıktık.Ancak bu kez üç kişi olarak. Kameramanın eşi de geldi.Boş vakitlerimde şehri görmek istediğimden ,onları iş dışında çok az gördüm desem doğru olur.

CENEVRE SOKAKLARI

Bu kez tedbirli gidiyordum. Arkadaşım Nazan geçtiğimiz yıllarda Cenevre'de de yöneticilik yaptığı için şehri tanıyor.Ondan kısa sürede görebileceğim mekanların ve restaurantların isimlerini aldım. Toplantılardan arta kalan zamanlarda kendimi Cenevre sokaklarına attım. Ayaklarım şişene kadar gezdim dolaştım. Malum hava artık 21.00 de karardığı için dış mekanlarda dolaşmak sorun olmadı.Cenevre küçük ve dingin bir kent. Küçük ama özenli. Ne cafcaflı ,ne de soluk. Herşey kıvamında bir görüntüsü var.Terbiyeli bir şıklık içinde diyelim.Zaten öğrendiğim kadarıyla İsviçreliler ,yabancılara iç dünyaları kapalı ,sahip oldukları servetin gösterişini yapmaktan hoşlanmayan insanlarmış.Hatta süper lüks arabalarını da Fransa'ya götürüp sürüyorlarmış.Sokakta hemen hissedilen şey insanların bakımı.Genci yaşlısı temiz ve bakımlı insanlar.Gösterişli ,cafcaflı demiyorum ama belli bir kalite hissediliyor. Hoşuma gitti.

ESKİ ŞEHİR

Bulunduğumuz otel şehrin tam merkezinde bulunduğu için Mont Blanc köprüsünden karşıya geçince kentin en şık caddesine çıkıyorsunuz. Ardı ardına en bilindik,en meşhur markaların sıralandığı sokakta ayrıca alışveriş merkezleri var. Birbirine paralel iki caddeyi geçip yukarı devam ederseniz merdivenler sizi eski şehire çıkartıyor. Dar sokaklar,üçyüz yıllık taş binalar ve minik kafeler sizi karşılıyor.Eski şehirde bir çeşmenin etrafına sıralı kafeler var. Ama asıl keşif köşe bucak bu sokaklarda. Biraz Asmalımesciti,biraz Çukurcumayı andırıyor diyelim.Bir akşam özellikle gidip soğuk bir kadeh beyaz şarap içtim,keyfini çıkardım.

LE RELAIS DE L'ENTRECOTE

Dedim ya bu sefer hazırlıklı gittim diye.İşlerin ve insanların bunalttığı bir akşam kendime güzel bir yemek ziyafeti çektim.Nazan'dan öğrendiğim adresi bulmam zor olmadı. Antrekot isimli bu restorantta sadece antrekot ve salata var.Ve kapısında upuzun bir kuyruk. Nazan, üşenmeden beklememi söylüyordu. Nitekim sıra çabuk geldi.Garson kız beni yerleştirdikten sonra sadece ne içmek istediğimi ve etin nasıl pişirilmesini istediğimi sordu. Devamı kendiliğinden geldi. Önce cevizli bir marul salatası ardından antrekot ve yanında silme patates getiriyorlar. Etler hafif hardallı bir sosla servis yapılıyor. Gerçekten lezzetli. Tam biraz daha olsaydı derken,ikinci fasıl geliyor. Üzerine de enfes tatlılardan birini seçiyorsunuz. Gerçekten çok keyif aldım. Fiyata gelince ucuz değil. Ortamı görmek ve deneyimlemek adına değer diye düşünüyorum.

LA PERLE DU LAC

Konferans ve bakanın temasları nedeniyle 4 gün kaldık. İlk üç gün haber peşinde koşturma ve görüntüleri geçme telaşı ile geçti.Bakanın aslında son gün de programı vardı ama özel program olduğunu söyleyerek, gelmemizi istemedi.Bu sayede etrafı en fazla görme şansını son gün elde ettim.Önce geçen Cenevre işinden tanıştığım NTV muhabiri Çiğdem ile buluştuk. Çiğdem CNBC-E de uzun yıllar program yaptıktan sonra eş durumundan Cenevre'ye taşınmış bir ekonomist. Kafa dengi bir insan. Geleceğimi haber vermiştim.Önce elçinin rezidansındaki resepsiyonda karşılaştık. Sonra da son gün beraber kahve içtik.Sohbet ettik. Daha sonra kendimi Cenevre'nin park ve bahçelerini gezmeye verdim.La Perle du Lac,Birleşmiş milletler binasının olduğu bölgede güzel geniş bir park. İnsanlar yine sereserpe çimlerin üzerinde güneşin tadını çıkartıyor ,ya da göl kenarında yürüyüş yapıyordu. Ben de yürüdüm,arındım,kuş seslerini dinledim. Ruhumu dinlendirdim,çok iyi geldi.Akşam saatlerinde de tekrar Brüksel'e döndük.

GENVAL


Brüksel'de gördüğüm yeni yerleri unutmadan not etmekte fayda var. Genval ,şehir dışında, yaklaşık yarım saat mesafede göl kenarında bir yer.Brüksellilerin sevdiği mekanlardan biriymiş.


Göl kenarında Belle Epoque döneminden kalan güzel evler ve çeşitli restaurantlar var. Güzel bir Çin lokantası olduğu için gittik ayrıca bir İtalyan restaurantı da gördüm.


Huzurlu,dingin,güzel bir yere benziyor.Hoş bu memlekette hareketli,kalabalık,cıvıl cıvıl bir yer cümlesini kurmak da zaten pek de kolay görünmüyor..


Resimde gördüğünüz kale gibi yer ise ,beş yıldızlı bir otel. İsmi Château du lac (Gölün şatosu )Gittiğimizde bir düğün yemeği vardı. Davetlilerin giydikleri rüküş kıyafetleri görmeliydiniz.. Tekstil cenneti memleketten gelince insanın gözüne batıyor valla,ne yapayım ..

TERVUREN PARKI

Bu Belçikalılar Pazar günü nereye gidiyor.Hiç mi insan sokağa çıkmaz diye düşünürken sonunda adres belli oldu. Parka gidiyorlar arkadaşlar. Tabi buradaki park kavramı bizdekilerden bir hayli farklı. Burada uçsuz bucaksız hissi veren parklar var. Şehrin hem içinde hem de dışında. Bu kez tanıdıklarımla şehir dışında olanını gördüm. İsmi Tervuren parkı. Hani size Tervuren Caddesi ve Afrika Müzesine ulaşan rotasından bahsetmiştim. İşte bu kez müzeyi ters köşeden gördüm.Yani park Afrika müzesinin ön kısmından başlıyor.Arabayla gittik. Bisiklete binenler,yürüyüş yapanlar,onlarca yüzlerce insan geniş arazide dolanıyor,güneşleniyor.Buradaki yeni arkadaşlarımdan Nazan ve Halide ,yıllardır uluslararası Amerikan firmalarında üst düzey yönetici olarak çalışan iki başarılı iş kadını. Her ikisi de bu ay Türkiye'ye kesin dönüş yapıyorlar. Bir anlamda gitmeden önce onlarla güzel vakit geçirme günü oldu.Ayrıca bu gezintiyle ,bendeki bisiklet alma fikri de giderek hız kazandı. Yıllardır binmediğim için düşerim diye korkuyorum ama bu geniş parkta düşe kalka kavrarım gibi geliyor. Dur bakalım alıcam sanki..

6 Haziran 2009 Cumartesi

SPA

Belçika'da sevindiğim nadir konulardan biri ,beklemediğim zamanlarda karşıma çıkan dini bayramlar.Bu sayede Pazartesi ya da Cuma'dan tatil yapıp ismine (Uzun haftasonu) diyorlar. Arjantin'de de vardı. Orada vakit benim için aktığından ,konuyu bu derece önemsememiştim. Burada ise bana kalan her fırsatı değerlendirip ,uzaklara gittim.Biraz seyahat ettim. Nereye mi ? Spa 'ya..

SPA'YA YOLCULUK

Spa ismiyle Brüksel'de ilk olarak pet şişe sularda karşılaştım. Buradaki çeşitli markalar içinde bizim damak tadımıza en uygun marka bu. 6 lı pet şişelerde hemen hemen her hafta yüklenip taşıdığım suyun kaynağı da meğer Spa denilen yerde imiş. Yani şu meşhur spa tatillerinin orjinal mekanı burası arkadaşlar.Yüzyıllardır şifalı suları ile insanların derdine derman olmuş.İçinde termal tesislerin olduğunu da okuyunca, trene atlayıp gittim.Spa'ya Verviers üzerinden gidiliyor. 1 saat 20 dakika yol gidip sonra Verviers de 20 dakikalık başka bir trene biniyorsunuz

TERMAL TESİSLER

Tren istasyonundan yaklaşık 5 dakikalık bir yürüyüş sizi kasabanın merkezine getiriyor.Tam karşıda teleferikler sizi tepeye termal tesislere taşıyor.Yine kılavuz kitabımın rehberliğinde elimle koymuş gibi buldum.Termal tesislerde 2 seçenek var,ya 3 saat kalıp 17 avro ya da tüm gün için 27 avro veriyorsunuz. Tesisin içinde gayet şık ,merkezi Paris'te olan,bir güzellik ve masaj merkezi var. Meğer günler öncesinden randevu almak gerekiyormuş. Ben ise tüm şirinliğimle uzun yoldan geldiğimi , durumu bilmediğimi söyledim.İşe yaradı !! Sırt masajı için yer buldular!! Aslında biraz pahalıydı. 40 avroymuş. Özetle önce sırt masajı sonra da 3 saat havuz fişimi alıp içeri girdim.

MASAJ VE TERAPİ ZAMANI

Burada size bir jeton veriyorlar. Jeton eşyalarınızı koyacağınız güvenli dolapların kapağına monte oluyor.Kilitlediğinizde ,ortasında plastik jetonu taşıyan plastikten bir bileziğe sahip oluyorsunuz. Ve tüm gün boyunca bu plastik bileziğiniz size her kapıyı açıyor.Eşyalarımı kilitledikten sonra sırt masajı seansıma yetiştim. Zaten sorunlu olan sırt bölgem için harika oldu. Arada sırada insanın kendine böyle hediyeler vermesi şart arkadaşlar.Neyse yarım saat süren masajın ardından başladım dolaşmaya. Bu güzellik merkezini saymazsak,termal tesiste havuzların dışında hamam ve sauna bölümleri var.Fakat tam tatamatıyla ,yani ılık ve soğuk su havuzları da var. Bir de bu memlekette ,sauna ortamında ,insanlar pek mayo kullanmıyorlar. İnsanları her an çıplak görebiliyorsunuz.Yaşlı başlı kadın erkek farketmeden saunadan karşınıza çıkıveriyorlar. Kimsenin kimseyle ilgilenmediğini söylemeliyim.Biz alışmamışız,önce bir şaşkınlık oluyor tabi.Neyse gelelim etrafı gezerken bulduğum yeni keşfime..

WOODLIGHT VE MUTLULUK VEREN NEGATİF İYONLAR

Sauna bölümünün hemen dışında bir oda dikkatimi çekti. Üzerinde Woodlight ile Rahatlama Odası yazıyordu.Kapıyı açtığımda, burnuma çok çok hafif dinlendirici bir koku,çok hafif çalan su damlaması sesi gibi bir melodi ve kapkaranlık bir oda çıktı. Duvarları tamamen siyah olan odanın tepesinde mor renkli florasan lambalar vardı. Ve mor ışık ,hani bazı diskolardaki gibi ,sadece üzerinizdeki beyaz tonları algıladığı için ,sadece insanların üzerindeki beyaz havlular parlıyordu. İçeridekiler tahta şezlonglarda öylece uzanmıştı. Ben de sessizce içeri süzülüp öyle yaptım. Fakat bir süre sonra kendimi tarif edemeyeceğim kadar rahatlamış ve huzurlu hissettim. Meğer bu oda ,sauna sonrası yapılan bir dinlenme seansıymış. Ve (woodlight)denilen bu ışıktan odaya negatif iyon veriliyormuş. Negatif iyon ağaçların,rüzgarın ,dalgaların taşıdığı ,ürettiği bir akım. Havayı temizliyor , astıma ,başağrısına, yorgunluğa iyi geliyor.Her an hayatımızda olan televizyon , bilgisayar ekranları bu negatif iyonları emdiği için kendimizi gergin ,yorgun,sinirli hissediyoruz. İnanın ne olduğunu bilmeden kaldığım 20 dakika boyunca negatif iyonların faydasını ruhumda birebir hissettim. Hatta bulsam da eve portatif bir oda kursam bile dedim ! (ne kolaycıyız değil mi? çık dağlara bayırlara nefes al değil mi? yok..kolayı nerede ise,biz orada.. haha)

TERMAL HAVUZLAR

Sonra kendimi termal havuzlara bıraktım. Aslında buraya gelirken korkum fazla kalabalık olması ve ortamdan rahatsızlık duymamdı. Ben öyle termal havuz tipi de değilimdir. Yalova termal tesislerine de hayatımda bir kez gidip ,onda da otel odasının küvetini kullanmıştık. Özetle, suya atlayan çocuklardan,bağırıp çağıran insan kalabalıklarından çekindim. Oysa başka bir memlekette olduğumu unutmuşum. Herkes kendi halinde ,kimsenin kimseyle ilgisi olmayan sakin ,dingin, harika bir gün geçirdim. Su terapisi bana çok iyi geldi. Dışarıdaki havuza gitmek için,-saçlarım ıslak ,acaba üşürmüyüm ? diye korktum ama ,meğer dış havuzun suyu daha da sıcakmış.Bayıldım.

INFRARED (ENFRARÜJ) IŞIKLARI

Efendim tam gidecektim ki,bu sefer turuncu florasan ışıkların altında yatan insanlar gözüme çarptı. Yanyana sıralı şezlonglar ve tam tepelerinde lambalar düşünün.Düğmeye basıp florasanı yakıp altına yatıyorsunuz. Ben de öyle yaptım. Bunlar infared(enfrarüj) yani kızıl ötesi ışınlarıymış.Enfrarüj ışınları güneşin doğuşu ve batışı sırasında net olarak görülebilen ışıklardan. İnfraredin (enfrarüjün) tedavi amaçlı olarak kullanımı M.Ö. 300'lü yıllara dayanıyor.Toksinlerin atılmasında faydalı ,ciddi olmayan iltihapların tedavisinde etkili ,sünizit ve selülite de iyi geliyor. Burada ilginç olan, bu coğrafyadaki insanların herşeyi en faydacı şekilde kullanma çabaları. Bu arada ben de hiçbirinden eksik kalmıyorum farkındaysanız.:)) Neyse enfrarüj seansımdan sonra termal tesislere veda ettim.

SPA

SPA kelimesinin kaynağı hakkında rivayet muhtelif. Kelime Latince (Sanitas per aqua) ya da ( Salus Per Aquam) yani Sudan Gelen Sağlık anlamına geliyor .Spa Avrupa'nın en eski şifa merkeziymiş.Zamanla tüm kaplıcaları tanımlayan bir kelime haline geldiğini iddia edenler var.16.yüzyılda yörede bir termal tesis kurulmuş.18. yüzyılda ise burası tüm Avrupa aristokrasisi ve entellektüelleri için uğrak yeri olmuş.Rus çarı 2. Joseph'ten Viktor Hugo'ya kadar pek çok ziyaretçisi olmuş.19. yüzyılda eski şöhretini yitirmiş,ta ki mevcut termal tesisler açılana kadar.

FORMULA 1-GRAND PRIX

Spa son yılllarda Formula 1 tutkunlarının da uğrak yeri . Eylül ayının ortasında Grand Prix yarışları burada yapılıyormuş.Parkura gidip görmek gibi bir merakım olmadı tahmin edersiniz.

DUNYADAKİ ILK CASINO

Spa aynı zamanda dünyadaki ilk casinonun açıldığı yermiş !! Aslında içeri girip bakmak vardı ama termal havuz sonrası bu derece pozitif enerji yüklenmişken ,bir anda yokolup gitmesini istemedim. Oldum olası casinolar bana havasında insan egosu solunan gergin mekanlar hissini verir.Neyse, bendeniz ise, minik gezi trenine binip etrafı gezmeyi tercih ettim. Valonya bölgesindeki bu kasaba etrafında, hem geçmişten kalan varlıklı köşkler ,hem de günümüzde insanların haftasonunu geçirdikleri tatil evleri bulunuyor. Yeşil güzel bir bölge.Kırk dakikalık minik turun ardından dönüş vakti geldi Bu şifalı kasabaya veda edip, kent yaşantıma geri döndüm.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

BÜYÜLÜ FOTO


Bu da oldu. Fotoğraf makinam benden bağımsız resim çekmeye başladı. Dijital makinamda arada manuel çekimler yapmayı deniyorum.Açıkçası nasıl olduğunu anlayamadan makinada bu resmi buldum. Sanırım bir resim çekmeye hazırlanırken ,deklanşör açık kaldı ve ortaya bu çıktı. Fotoğraftan anlayanlar ışık ve hareket düzeneğine bakıp bunun nasıl olduğunu çözümlesin. Valla ben sonuca bakarım!! Spiral hareket ile saksafonların biçimi arasındaki uyum benim hoşuma gitti.Güzel bir konser afişi olabilir ne dersiniz? Mesela '' Müziğin Büyüsü'' ya da '' Notaların dansı '' Nasıl becerdiğimi sormayın tabi..(haha)

23 Mayıs 2009 Cumartesi

DINANT-ARDENLER'DE BIR TABLO



Dinant ,Belçika'nın doğal güzellikleriyle dillere destan Ardenler bölgesinde yer alıyor.Brüksel'den trenle bir saat kırk dakika mesafede olan Dinant görülmeye değer bir yer.Paris ile Köln arasında önemli bir geçiş noktası olan Dinant,yüzyıllar boyunca konumu nedeniyle uğruna hep savaşılan bir yer olmuş.Tepedeki tarihi kaleye tam 408 merdivenle çıkılıyor !! İsteyenlere teleferik de var. Ancak ben gittiğimde henüz çalışmaya başlamadığından sabah sabah ruhumu teslim ediyordum.Yukarı ulaştığımdaysa manzara eşsizdi.

TEPEDEKİ KALE

Oldukça geniş bir alana yayılan kalenin iç çeperlerinde Dinant'ın tarihsel geçmişinden ayrıntılar anlatılıyor.. Bakır işlemeciliğinde önemli bir merkez olan ve Meuse nehrine bakan Dinant'a ilk köprü 1080 yılında kurulmuş.Köprüye ait kazıklar halen sergileniyor.Kasabanın konumu nedeniyle savaşlar hiç eksik olmamış.Kale her dönem askeri bir üs görevi üstlenmiş.1830 da Belçika'nın bağımsızlığında önemli rol oynamış bir yer.Daha sonra her iki dünya savaşlarında da ağır çatışmalara sahne olmuş.Günümüzde kalenin içinde Ortaçağ'dan kalan zindanlar ve işkence aletlerinden tutun da,1. Dünya savaşında yapılan sığınaklara kadar pek çok tarihi mekan canlandırılıyor.2. Dünya savaşında Almanların kontrolüne geçen kalede 700'e yakın kasabalı öldürülmüş.Dolayısıyla Dinant ,kendi tarihlerini yakından tanımak isteyen Belçikalıların da uğrak yeri.

İLGİNÇLİKLER

Kalede rehberli turlar var ama dillerini anlamadığım için sadece dağıttıkları İngilizce broşürden okuyup kendim gezmeye çalıştım. Bu yüzden de hangi tura dahil olduğum belli olmadı. İşte sığınakların olduğu alanda telefonum çalınca,öndeki turun gittiğini bir anda etraf kararınca farkettim. Özetle tur ilerlemiş,ışıklar üzerime kapanmıştı.Normalde panik de yapabilirsiniz ama gündüz gözüyle orada ilelebet kalacak halim yoktu. El yordamıyla ilerleyim dedim olmadı,cep telefonundan ışık tutayım dedim ama baktım olmayacak.Yaklaşık 5 dakika öylece bekledim. Diyorum ki Belçika'da bir de mahsur kalmadığın eksik kalmıştı. Neyse sonra yeniden sesler gelmeye başladı. Bir sonraki tur yaklaşıyordu.Kendimi seslere yönelttim ve baktım yeni bir grup kapının ağzında bekliyordu.

ORYANTASYON BOZUKLUGU

Neyse ışıklar yanınca sığınaktaki merdivenlerden birkat daha aşağıya indim.ve bir anda durduğum yerde duramaz oldum. Nasıl başım dönüyor,nasıl sallanıyorum anlatamam. bir yandan diyorum ki,demin karanlıkta panik olmadın acaba şimdi mi acısı çıkıyor? Fakat nedense sürekli sağa çekiliyor hissi içinde ayakta duramadım.İlginç olan ise,bu tahta bölümü geçer geçmez ,herşey normale döndü. İşte o zaman şüphelendim. Hiç üşenmeden geri döndüm,baktım yine aynı his..Sanki bir mıknatıs beni duvara doğru çekiyor ve ben de ayakta kalıp direniyordum. Ne oluyor demeden ,arkadaki rehberli grup yetişmişti. Baktım onlara da aynı şey oluyordu. Hatta bakın fotoğraflarını çektim. Fotoğraflar yamuk değil,insanlar öyle duruyor. Sonunda dayanamayıp rehbere sordum. Meğer o bölüm savaşta zarar gören bir sığınakmış. Mekan zarar gördüğü için ,insandaki ortantasyon hissini yokediyormuş. Halen algılayabilmiş değilim. Sanki beyincik zarım zarar görmüş gibi ,dengemi bulamayıp,bir o yana bir bu yana nasıl savrulduğumu düşündükçe,bunu bir bilim adamına mutlaka sormaya karar verdim. Ben o odada ciddi bir merkezkaç kuvveti ile mücadele ettim.Yani sadece algılarımız bizi bu derece yanıltabilir mi??

DİNANT'IN KURABİYELERİ

Kalede turumu tamamladıktan sonra bu kez teleferikle aşağıya indim.Hemen yolun başındaki pastane Dinant'ta yüzyıllık bir kurabiye geleneğini gözler önüne seriyordu. Meğer bu Dinant'ın baskılı kurabiyeleri pek meşhurmuş. Envai çeşit desende yapılan kurabiyelerin özelliği şeker kullanılmaması.Onun yerine bal ile pişiriliyorlarmış.Ben de fotoğraf çektikten sonra merak edip küçük bir paket kurabiye aldım.Ve ilk ısırışımla dişlerim kırılıyor sandım!! Bunlar kurabiye değil betondan yapılmış olmalıydı!! Değil desen çizmek ,neredeyse çivi bile çakabilirsiniz.(haha)Bu derece sert olabilecekleri aklımın ucundan geçmezdi. Ama anladığım kadarıyla uzun süre dayandıları kesin!!

SAKSAFON'UN BABASI

Efendim bu minicik kasabanın özelliklerini saymakla bitmiyor.Meğer burası saksafonu icat eden Adolphe Sax 'ın memleketiymiş. Evinin önünde bir bronz heykeli var,ayrıca sene içinde caz konserleri de düzenleniyormuş.Ben de Sax beyefendiyle bir resim çektirmeyi ihmal etmedim :))

TEKNE TURU VE KANOLAR

Bu günlüğü okuyanlar artık biliyor ki,tekne turu varsa bendeniz kaçırmıyor.Dinant'ta irili ufaklı pekçok tekne turu var. Ancak ben en yaygın ve kısa olanını seçtim.Biraz dolaşmaya vaktim kalsın istedim. Anseremme denilen bir sonraki limana giden, ince, uzun, üzeri cam kaplı tekne Paris'tekileri andırıyordu.Tıkır mıkır nehir kenarından ilerlerken Anden'lerin doğal güzelliklerine ve kıyı şeridindeki evleri zevkle izledik. Hani bizde Boğaz turunda yalılara bakarsınız ya,buralarda da su kenarındaki bu evleri ,malikaneleri seyrediyorsunuz.Zaten insanlar bu bölgeye arabalarıyla gelip iç taraflarda orman ve nehir kenarında haftasonlarını geçiriyorlarmış. İşte bizim yolumuzun sonunda ,nehirin çatallaştığı noktada da karşımıza kanolar çıktı. Ama belki kanolu yüzlerce insan.Meğer Anden'ler kano sporunun merkeziymiş. insanlar doğal güzellikleri ile meşhur bu bölgeye, yürüyüş, bisiklet ,at binme ve kano için geliyormuş.Özetle ben de pek özendim..Tekne turundan sonra biraz da ,ara sokaklara girip,evlere ,dükkanlara baktım. Akşam trenle Brüksel'e dönerken gezimden oldukça memnundum.

22 Mayıs 2009 Cuma

GENT







Belçika'nın üçüncü büyük kenti olması bir yana,ismini tarih kitaplarından hatırladığım bir yer Gent. Avrupa tekstil endüstrisinin geliştiği en önemli yerlerden biri.Ortaçağ'da Paris'ten sonra gelen en büyük şehir.Dolayısıyla kültürel mirası zengin bir kent.Uzun süredir görmek istediğim bu kente doğru ,ani bir kararla ,öğle vakti yola çıktım.Trenle 40 dakika mesafedeki Gent,kanal kenarında restaurantları , sokak çalgıcıları ve tarihi atmosferiyle çok hoşuma gitti. Tek sıkıntım, fotoğraf makinamın pilinin çok çabuk bitmesi oldu. Çıkarken dikkat etmemişim ,bu yüzden fotoğraf hevesim kursağımda kaldı. Öğleden sonra gidince malum müzeler de erkenden kapandı. Müze faslı artık bir dahaki sefere diyerek daha çok sokaklarında dolandım.
ADORATION OF THE MYSTIC LAMB
Buraya beni çeken nedenlerden biri de Belçika ile ilgili tüm turistik kitaplarda yeralan bir resim.15.yüzyıldan kalan flaman ressam Jan Van Eyk ' e ait olan bu tablo bir başyapıt kabul ediliyor.20 panelden oluşan tabloyu görmek ilk işim oldu.St.Baaf katedralindeki tablo için ayrıca para ödüyorsunuz. Size bir şema ve kulaklık veriyorlar ve önünüzdeki resmin inceliklerini ve dini referanslarını , neleri tasvir ettiğini dinliyorsunuz . Ben de öyle yaptım.Aslında bana ilginç gelen tablolun sağ ve sol üst köşesinde tasvir edilen Adem ve Havva figürleri oldu. 577 yıl önce çizilen idealden uzak ve gerçekçi vücut ölçüleri,Adem'in düşünceli suratı pek ilgimi çekti.Kartpostalını aldım.
KANAL TURU
Yine gelenek bozulmadı. Nerede kanal,nerede tekne turu varsa,hoop bendeniz içine atlıyor. Gent'te de öyle oldu.Buradaki tekne turu yaklaşık yarım saat sürüyor. Mimari elbette Bruges'daki gibi korunaklı kalmamış ama bir bölümü halen ayakta.Korenlei ve Graslei caddelerinin önünden kalkan tekneler kanal boyunca sizi dolaştırıyor.
KISA BİR GEZİNTİ
Diyeceğim o ki,ilk sefer için Gent'te fazla bir keşif yapma şansım olmadı. Sadece aylak turist misali ,bir köprüden diğerine geçip sokak aralarında etrafa bakındım.Bir sonraki sefer ve fotoğraf makinemle diyerek akşam saatlerinde Brüksel'e geri döndüm.

COUDENBERG-YERALTI SARAYI











Oldum olası tarihe,arkeolojiye,rutubetli yeraltı dehlizlerine bayılırım.Her adımın yankılandığı bu tarihi tüneller ,zamanın durduğu ,adeta geçmişe adım attığınız büyülü ve ürkütücü yerlerdir.Brüksel'de,hem de turistik merkezin hemen altında bir yeraltı sarayı olabileceği aklımın ucundan geçmezdi.Ta ki Belvue müzesinde ok işaretleri ve resimleriyle karşılaşana dek.Bu fırsatı kaçırmadım elbette.İsmi Coudenberg,Brüksel'in geçmişteki görkemli sarayının ismi bu.Belvue müzesinin alt koridorundan devam ettiğinizde , kendinizi bu arkeolojik alanda buluyorsunuz.
YANMIŞ SARAY
Demir merdivenlerden aşağıya inip taş koridora çıktığımda biranda dünya değişti.Kesif bir rutubet kokusu içinde pastel renkte ışıklandırılmış koridorlardan ilerledim. Bu uzun dehlizler beni nereye götürüyordu? Flamanca (soğuk tepe) anlamına gelen Coudenberg sarayı 11.yüzyıldan itibaren ,700 yıla yakın kraliyetin evsahipliğini yapmış.Ancak 1731 yılında bir yangınla yokolmuş kül olmuş gitmiş.Birçok tarihi resimde,edebi eserde bu saraydan,görkemli mimarisinden,yaşam tarzından ve eşsiz manzaralı bahçesinden bahsediliyormuş.Arkeologlar bu kaynaklardan da faydalanarak sarayı ortaya çıkarmışlar.Ve de son teknoloji ile ziyarete açmışlar. Keşfetmek de bana düştü..
KÜLTÜREL MİRAS
Bu ruh hali içinde yaklaşık yarım saat işaretlenmiş noktaların ne olduğunu okuyarak ilerledim. Sarayın mutfak penceresi. sarayın kabul salonu,sarayın bahçe kapısı denen yerlerdeki tuğlalara bakıp hayal etmeye çalıştım.Ancak yine de ufak bir hissiyatımı da iletmeden geçemeyeceğim. Elbette her coğrafyayı kendi tarihi ve birikimi ile değerlendirmek esastır.Elbette kültürel eserler bir diğeri ile kıyaslanmayacak kadar biricik ve özeldir.Ama kimi coğrafyalar kültür ve arkeoloji zengini kabul etmek lazım..En nihayetinde 1731 de yangın nedeniyle ortadan kalkan bir sarayın kalıntılarını bu derece titizlikle sunan bir yerde,kendi memleketimin çoğu Milattan önceden kalan tarihsel zenginliklerini ve arkeolojik eserlerini düşünmemek elde değil.Öyle içine doğmuşuz ki,biz ne güneşimizin,ne de kültürel mirasımızın bu derece pahabiçilmez olduğunu kavramakta zorlanıyoruz.İnanın bu tarz yerleri gezip gördükçe ,bu düşüncemin altı fosforlu kalemlerle bir kez daha çiziliyor.

21 Mayıs 2009 Perşembe

BELVUE MUZESI




Güzel Sanatlar Müzesinden biraz ileride Kraliyet Sarayı'nın hemen köşesinde yer alan bu müzenin ismi Belvue.


Belçika'nın 1830 lardan günümüze uzanan tarihsel geçmişini anlatan güzel bilgilendirici bir müze.Aynı zamanda Kral 1.Leopold'dan Kral Baudouin'e kadar kraliyet ailelerini de özel eşyalarıyla tanıtıyor.
Benim için önemli bölümü Belçika'nın siyasi ve ekonomik tarihi hakkında detaylı bilgi vermesiydi.Onlarca ansiklopediden süzeceğiniz bilgileri bazen bir fotoğraf özetleyebiliyor.

MÜZELERE ALTIN VURUS GUNU











Geçen Pazar sabahı bıkkın,mutsuz, nereye savrulacağı belirsiz suda süzülen amaçsız bir dal parçası hissiyle uyandım.Baktım biraz daha evde kalsam ,zihnim eski bantları sarıp sarıp baştan dinliyor.Beynimi yeni şeylerle oyalamak lazım diyerek rotamı belirledim.Özetle gün boyu kendimi müzelere verdim.Ama ne veriş!! Bir günde 3 müze gezdim.!!Tam 10 ay garip bir şekilde bekledim sonra bir günde 3 müze gezip altın vuruş yaptım!! Hızlı hızlı yapılan bir turdu,malum birine uzun takılsam diğerlerini gezemezdim.
GÜZEL SANATLAR MÜZESİ
Brüksel'deki en önemli müzelerin başında Güzel sanatlar Müzesi geliyor. Sabit eserlerin yanısıra belirli dönemlerde sergiler açılıyor. Güzel sanatlar müzesi eski ve yeni sanatlar olarak ikiye ayrılıyor.Basın kartımla para ödemeden girdiğim müzeyi eski bölümden gezmeye başladım.15 ve 16.yy dan kalma Flaman Primitif ressamlara ait çok değerli eserler sergileniyor.kılavuz kitabımın da yardımıyla önemli bazı resimleri atlamamaya çalışarak sergiyi gezdim.sonra modern bölüme geçeyim istedim.Müzenin alt katında yer alan modern sanatlar müzesi aşağıya doğru kaç kat iniyordu biliyor musunuz? Tam 8 kat !! Meğer bina çok katlı otopark benzeri aşağıya doğru bir gidiyormuş..Hızlı hızlı da olsa eserlerin çoğunu inceledim.Bu arada 8 kat indikten sonra bayılmayasınız diye,müzenin içinde asansör var.Bu memleketteki bu ufak ayrıntıları önemsiyorum. Çünkü Sezarın hakkı Sezara.Adamları tebrik etmek gerekiyor. Bir işi yapıyorsa düzenini de ona göre oturtmuş. Tesadüfe yer bırakmamışlar.
ÇİZGİ ROMAN
Bu arada modern bölümde süreli bir çizgi roman tarihi sergisi vardı. Onu da gezdim.Belçika karikatür kolonları (comic strip) ve çizgi romanda dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri. Neden diye sormayın,henüz bilmiyorum.Ama Tenten'den,Tonton Ailesine,Şirinler'den Redkit'e ve hatta son dönemdeki bilimkurgu kahramanlarına kadar hepsinin yaratıcıları Belçikalı.Kimisi nüktedan,kimisi fantastik onlarca çizgi kahramanın önünden geçtim. En azından gözüm aşina olsun istedim.
MÜZE SHOP-ART NOUVEAU
Gezinin sonunda müzedeki eserlerle ilgili hediyelik eşya satan dükkanı gezdim.Posterlere , kartpostallara,baskı resimli fincanlara baktım.Ressam Magritte ile ilgili güzel eşyalar vardı ama henüz kapalı olan müzesini gezmeden ,ki Haziran'da açılıyormuş ,birşey almak istemedim. Bunun yerine Art Nouveau üzerine bir kitap ve CD aldım.Ne alaka diyeceksiniz. Bu konu içimde bir heves. Brüksel'de kaldığım sürece ilgileneceğim en ilginç konu galiba bu olacak. Ne ilginçtir ki,gittiğim yerlerde ya bu mimari tarz hep karşıma çıkıyor,ya da ben rotamı ona göre çiziyorum kimbilir.Buenos Aires'ten beri bayıldığım bu mimari ekol Brüksel'de gelişmiş..Şehrin her köşesinde çok farklı mimari örnekler var. Vaktim olursa gezmeyi ve fotoğraflarını çekmeyi düşünüyorum.İşte bir başlangıç olsun diye tanıtım CD si ve bir de fotoğraflardan oluşan bir albüm aldım.Umarım ileride kendilerini de görme şansım olur.Müzeden çıktığımda ,yeni rotam belliydi. Sırada Belvue Müzesi vardı.